Suya Ve Toprağa Hasret
Benim sadık yarim kara topraktır.
Aşık Veysel
Dünyamızın yönünü gitgide yaşamsal kaynaklardan uzaklaşmaya ayarlandığını anlamak için bilim insanı ya da bilici (kahin) olmaya gerek yok. Her şeyden önce hızla artan ve hızla tüketen nüfus gücü, bunun en önemli işaretlerinden.
Buna karşın, hala nüfusun artışının bir güç ifadesi olduğu ve bu alandaki üretkenlik artışının karmaşayı arttırdığını göremeyenler var. Bu karmaşadan ve aşırı nüfusu artan bölgelerle yoksulluğun derinleştiği bölgelerin çakıştığını görüp de, ellerini ovuşturanlar var.
Yaşamımızı sürdürmemiz için, çok suya gereksinimimiz var. Bu yalnızca içmek zorunda olduğumuz günlük su miktarını değil, yememiz gerekli besinlerin üretiminde kullanılan suyun miktarını da büyük boyutlarda etkiliyor. Nüfus ile su tüketimi arasındaki doğrudan ilişki bir yana, su kaynaklarının kullanılması ve kirlenmemesi de çok önemli.
Su kaynaklarının dünyadaki adaletsiz dağılımı bir yana, değerlendirilememesi ve gizli kaynakların kullanıma sunulamaması da, insanları sıkıntıya sokmaktadır.
Kullanılabilir durumdaki su kaynaklarının kirletilmesi ise başlı başına başka bir sorundur. Kentsel alanlara kanalizasyon borusu döşemekten aciz yerel yönetimler ile foseptik kuyuları açmaya üşenen kırsal kesim insanları, tahliye borusu olarak çay ve ırmakları kullanmaktadırlar. Aynı umursamaz ve sorumsuz yaklaşım, su kaynaklarının yakınlarında işletmeleri bulunan işverenler için de söz konusudur. Fabrika sahipleri, arıtma tesisleri ile fabrika atıklarını zararsız ve yeniden kullanılabilir hale getireceklerine, en yakındaki sulara boşalmaktadırlar.
Aynı umursamaz, sorumsuz ve kendisinden başkasını düşünmeyen anlayış, toprakların sakınılması ve kirletilmemesi konusunda da kendisini göstermektedir. Tarım ve orman alanlarının kaybı ile sonuçlanan kendini ortaya koyan uygulamaların ve yangınların, “nüfus artışını” öneren anlayışla çakışması da bir paradoks olarak görünmekle birlikte; düşünce anlamında da bir zaafı ortaya koymaktadır.
Bu gidişle suya ve toprağa hasret kalacağız.
Bu hasretliğin önüne geçmenin tek yolu, riskleri değerlendirebilmekten, öngörülü olmaktan ve uzun erimli hedefler koyabilmekten geçmektedir.
Türkiye’nin bu öngörüye sahip olup olmadığını, risklerin farkında olup olmadığını ve “su, toprak” konusunda uzun erimli hedefleri bulunup bulunmadığını anlamanın bir tek yolu var : Kanıtlara başvurmak. Biz bu değerlendirmeyi yaparken, 60.Hükumetin Programı ve AKP Seçim Beyannamesi ile 59.Hükumet uygulamalarına ve Yeni Anayasa taslağına da kaynak olarak başvurulabileceğini düşündük.
60.Hükumet Programı ve AKP seçim beyannamesi “söz” ile 59.Hükumet uygulamaları (Çevre Kanunu, 3-B Orman Kanun Taslağı) ve Yeni Anayasa taslağı ise “eylem” olarak nitelenebilir. İşte tam da bu noktada, AKP’nin “söz”leri ile “eylem”leri arasında derin bir uçurum ortaya çıkmaktadır. Bu söz ve eylem uyumsuzluklarından, sosyal politika alanında olanlarına, daha önceki bir yazımızda değinmiştik.
Demekki, AKP bunu hep yapmaktadır; “söz”ü ile “eylem”i uyuşmamaktadır.
AKP’nin Sözü :
AKP’nin Eylemi :
Demek ki, AKP’ nin sözüne güvenmemek gerekmektedir. Bu gidişle suya da toprağa da hasret kalacağımız kesindir. Bununla mücadeleyi, yalnızca toprak ve çevre ile ilgilenen gönüllü kuruluşların tepesine yıkamayız. Çünkü yaşam hepimizindir; su-toprak ve yaşam ise birbirinden ayrılmaz.
Daha önce AKP’ nin sosyal politikasını iki hörgüçlü deveye benzetmiştim. Hörgüçlerden biri küreselleşme, diğeri ithal reçetelerdir. AKP, devenin hörgüçlerini o kadar önemsiyor ki, devesini susuz ve tabansız (toprak) bırakmakta bile sakınca görmüyor.
Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Sonunda bizi susuzluğa alıştırmak isterken yitirecekler. Ne insan kalacak ve ne de yatacak toprak.