Kuşbakışı Sosyal Güvenlik

1.1. GİRİŞ

Bilimin görevi, olayları değişik açılardan görebilmeyi sağlamaktır. Alışılagelenin tekrar, aykırı görüşlere olanak tanınmaması, gelişimin önünü tıkar. Onun için biz de sosyal güvenliğe farklı bir gözlükle bakmayı deneyeceğiz.

Her şeyden önce, incelememizin odağına insanı ve onun “güvenlik gereksinmesi”ni koyacağız. Demek ki, küreselleşmenin “insan özürlü” bakış açısına meydan okumanın dışında bir konumuz olmayacak.
Bugününü ve yarınını güvence altına alan insan ne hisseder? Mutluluk ve huzur. O zaman bizim kullandığımız gözlük, insanı mutlu ve huzurlu göstermek istiyor; gülümseyen insanlar görmek istiyor.

Kullandığımız gözlük ile at gözlüğü arasında büyük bir fark var. Çünkü konuya yalnızca bir noktadan değil, olabildiğince geniş bir yelpaze içinde bakmaya çalışacağız. Sosyal güvenliği tek bir boyuta indirgemek isteyenler var. Bunların başında egemenler geliyor. Onların yaklaşımı, insanların temel gereksinmelerinin karşılanmasını ve güvence altına alınmasını kontrol etmektir. Bunu ilk kez Bismarc, 1883’te, ilk kez sosyal sigortalar düşüncesini ortaya atarken yapmıştı. İşçilerin gelecek kaygılarını, hak arama özgürlüğünden soyutlayarak yalnızca “tazmin (tamir)” mekanizmasına indirgemişti. Bu kez de, küresel egemenler, sosyal devleti eritirken, sosyal güvenliği, hatta bunun marjinal bir parçası olan özel sigortacılığı öne çıkarıyorlar. Bu gidişle, uygulama Bismarck’ın da gerisine düşerek, bize “vahşi kapitalizmi” ve “kaos”u yaşatacak.

Küreselleşme “insan özürlü” bir sistem. Sosyal güvenlik derken bile, insanı görmüyor; onun ödediği primlerden oluşan havuza gözünü dikiyor. Onun için varsa yoksa para. Toplumun büyük mücadelelerle ulaştığı sosyal refah düzeyinin altına, dibe doğru itme çalışıyor. Bizim hedefimiz de, toplumun sosyal refah düzeyini daha da ileri götürmek. Demek ki, burada bir ileri-geri kavgası var. Bu ileri-geri kavgası, yalnızca sosyal güvenlik alanında olmuyor; tüm “can pazarı”nda yaşanıyor. Tek başına insanların sosyal güvenliğini bu mücadeleden soyutlayarak ele alamayız. Onun için, sosyal güvenliği, sosyal politikanın ve sosyal mücadelelerin bir parçası olarak algılamak zorundayız.

1.2. Bireyin Gücü

Her şey birey için… Her şeyin başı birey … Bunun adı isterse sosyal güvenlik olsun … Başarının en önemli ölçütü birey üzerinde yarattığı etki. Ama birey de gerçekten birey olmalı.

Eskiden topluluk halinde yaşamak, topluluktan güvenliğini sağlamasını beklemeyi olabilir kılıyordu. Onun için aile yardımlaşması, meslek yardımlaşması öne çıkabilmişti. Ama kapitalizmin ortaya çıkışı, emeğin özgürleşmesi, bireyin de özgürleşmesini getirdi.

Bireyin özgürleşmesi kolay olmuyor. Olabilir ama emek istiyor. Bireyin kendi sınırlayan engellerden kurtulması gerekiyor. 1930’lu yıllarda ABD Başkanı F.D.Roosvelt bunu “gereksinmeden kurtulma hakkı” olarak tanımlamıştı. Bunu ortaya atarken hem İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin tohumlarını atıyordu; hem de o dönemde çıkardığı yasalar ve aldığı önlemlerle işçi-işveren ilişkilerini düzenliyor, işçi sendikalarını güçlendiriyordu.

1930’lu yıllarda bireylerin gereksinmeden kurtulma hakkı konuşulurken, “örgütlenme ve hak arama özgürlüğü”nün bunun yanı başında konuşulması çok anlamlıdır. 1789 Fransız Yurttaşlık Bildirgesi’nde birey özgür olarak tanımlanmış; ama örgütlenmesi yasaklanmıştı. Bunu izleyen yıllarda yükselen işçi hareketleri ve işçilerin sınıf olduklarının bilincine varması, bu yasağın anlamsızlığını ortaya koymuştu.

Birey güçlüdür. Ama bu yalnızca matematiksel olarak çoğalmasından geçmemekte. Onun nitelik yönünden kendini geliştirmesi ve beyin gücünü kullanması çok önemlidir. Bir başka deyişle, bireyi bir sürü olarak gören toplumlarda, bireyin “beden gücü”ne önem verilirken; bireyi toplumun özgür ve kendi kararını verebilen üyesi olarak gören toplumlarda, bireyin “beyin gücü”ne önem verilmektedir.

İşleyen beyin ışıldar (1) ve toplumu sürekli ileriye götürür. Onun için de, yöneticiler, işleyen beyinleri sindirmek ve susturmak için ellerinden geleni yaparlar. Onun güçlenmesinin ilk koşulu olan kimliğini bulmasına, ikinci koşulu olan örgütlenmesine, üçüncü koşulu olan “gereksinmeden kurtulma hakkı”nı elde etmesine engel olmaya çalışırlar.

Bireyin kimliğini bulması, bir soruyla başlar : “Ben kimim?”. Bireyin, kendisini öteki kişilerden ayıran ve özgün kılan özellikleri fark etmesi ve bunları öne çıkarması gerekir. “Sen kimsin?” sorusuna verilen ad-soyad, bir yere kadar anlam taşır. Yanıt olarak memleketini ve dinsel kimliğini söylemesi de onu diğer insanlardan ayırt edilebilen özelliklerini ortaya koymaz. Israrla “sen kimsin?” diye sorulmalıdır; ta ki, kendisini öteki insanlardan farklı kılan özelliklerini ortaya koysun; örneğin, sevecen, paylaşmayı seven, ülküleri için canını verebilen ya da yalnızca aşkı için yaşayan gibi. Bu da yetmez daha da ayrıntıya inilmelidir. Böylesi bir sorgulamayı, kişi kendi kendine yaptıkça, dünyada varoluş nedenini ortaya çıkaracaktır. Böylece “sen kimsin?” sorusu “sen niye yaşıyorsun?” sorusuna dönüşecektir.

Bireyin özgürlüğünden söz ettiğimiz zaman, kendi özgünlüğünü ortayakoyabileceği koşulların oluşturulmuş olmasından da söz edebilmeliyiz.

Dünyamıza insan hakları ışığını gönderen iki temel insan hakları belgesi,

  1. Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi
  2. Virginia İnsan Hakları Bildirgesidir.

Her ikisi de insanın özgürlüğünü birinci sıraya oturtmuştur. Ancak toplumlar halinde yaşayan insanlar için “saf” ve “sınırsız” bir özgürlükten söz edilemez. Hiç kuşkusuz bazı kısıtlamalar olmalıdır. Bu kısıtlamalar, “ kişinin hakları bir başkasının haklarının başladığı noktada biter” denilerek tanımlanmaya çalışılmıştır.

Özgürlük, düşünce ve eylem tutarlılığı olarak da açıklanabilir. Kişi eğer iki yüzlülük etmek, kimliğini saklamak zorunda kalıyorsa, orada özgürlükten söz edilemez. Kimlik kişinin tek başına ve Hiçbir etki altında kalmadan “kendini gerçekleştirmesi” için gereklidir.

Tüm insan hakları belgeleri, bireyi özgürleştirmeyi ve onun en temel haklarını korumayı hedefliyorsa, ilk sıraya ne konulmalıdır ? En temel insan hakkı, yaşama hakkıdır. Bunu ölmekten sakınmanın bir adım ötesine, yaşamsal gereksinmelerin karşılanması çizgisine çekmemiz doğru olur. Diğer bir deyimle, suya ve besine erişim olmaksızın bir yaşama hakkından sözedilemez. Sağlığını yitiren bireyin ne özgürlüğünden ne de yaşama hakkından sözedilebilir. O halde yaşama hakkının temeli, en temel fizyolojik gereksinmelerin karşılanmasına dayanır.

Başa dönersek, F.D.Roosvelt bunu, insanın davranışlarının temel yönlendiricisi saydığı gereksinmelerinden kurtulması olarak tanımlamaktadır. Yine aynı yıllarda “Gereksinme Basamaklandırması (Need Taxonomy) tezini dile getiren Maslow da aynı temelden hareket edip, bir model ortaya koyuyordu.

Maslow’un Gereksinme Basamaklandırması beş basamaktan oluşuyordu:

  1. Yaşamsal gereksinmeler (yeme, içme, barınma, sağlık vb)
  2. Güvenlik gereksinmesi (kişinin kurduğu düzeni koruma ve sürdürmede güvenlik sağlaması)
  3. Sevgi
  4. Saygınlık (kişinin kendisine saygı duyması, çevrede saygınlık uyandırması)
  5. Kendini gerçekleme (self-esteem).

Birey, ancak bir önceki basamakta yeterli doyuma ulaştıktan sonra, bir üst basamağa tırmanabiliyordu. Alt basamaklardan birinde yetmezlik ortaya çıkarsa, tepe taklak aşağı yuvarlanıyor; yeniden tırmanmaya çalışıyordu.

Özgür insan, gereksinme merdivenini hızla tırmanandır; bunun için de temel gereksinmelerinin karşılanması gerekir. Maslow, alt basamaklardan birinde bir çürük oluştuğunda, yani öncelikli gereksinmelerin karşılanması tehlikeye düştüğünde, kişinin, merdivenin o basamaklarına doğru yuvarlandığını öne sürmektedir.

O halde, “gereksinmeden kurtulma hakkı” ya da “özgürlük”, uğruna sürekli olarak mücadele edilecek hedeflerdir. Bu anlamda, özgürlüğü, bağdaş kurup beklenen bir “ideal” değil, uğruna mücadele edilen, emek verilen “ülkü” olarak görmelidir.
Bizim görevimiz, bireyi bu zorlu savaşımında yalnız bırakmamaktır. Çünkü bu savaşım, bir bireysel kurtuluş çabasıyla başarıya ulaşamaz. Kaldı ki, bir bireyin, tek başına, mutsuz bir toplumda mutlu olmasına da olanak yoktur.

Benzer kimlik özelliği taşıyan kişilerin biraraya gelmesi ve ülkülerine erişmek için güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birliktelik yaşam boyu sürmelidir. Çünkü ülküsüne erişmek, onu yaşam boyu elinde tutabileceği anlamına gelmez. Sürdürülebilirlik de, bir çaba ve özveri ister. Mutlu olmak istiyorsan, mutlu olmak isteyenlerle birlikte emek vermelisin ve hiç rehavete kapılmadan (gevşemeden) savaşımınızı sürdürmeliyiz.

İnsan kendi istemi dışında dünyaya gelir. Ortama uyum sağlamasını gerektiren bir yıllık bebeklik döneminden sonra da, bu dünyada yaşam mücadelesi verme olanağına sahiptir. Gitgide dünyayı daha iyi tanır, gereksinmelerini nasıl karşılayacağını öğrenir, daha bilinçli mücadele eder. İşte insanın özgürleşmesi, bu mücadele sürecinde ustalaşmasına bağlıdır.

Bağımlılık ise kişinin özgürlüğünün bir bölümünden, bazı gereksinmelerini karşılama adına vazgeçmesi anlamına gelir. Topluluklar halinde yaşayan insanlar, artan tehlikeler ve daralan olanaklar karşısında çareyi, “yaşam mücadelesinde daha ustalaşmış olanlara” sığınmakta bulabilirler. Bunun bedeli özgürlüğünden özveride bulunmaktır.

Bu bağımlı yaşam onun doğasına aykırıdır. Çünkü doğduğu andan başlayarak, kalbi kendi başına çalışmaktadır; sindirim sistemi bağımsızdır; beyni, kollar bacakları, böbrekleri kendi kendine çalışmaktadır. Hasta olmadığı ya da yaralanmadığı sürece de bu organlar çalışmalarını bağımsızca sürdüreceklerdir. Ama bunların çalışmasını sağlayacak temel yakıt olan su ve besin, kişi tarafından dışarıdan sağlanmak zorundadır. Demek ki, kişinin organlarının özgürlüğünü koruması için su, besin ve sağlık kaçınılmaz ön koşullardır. Kişinin bu temel gereksinmeleri karşılama mücadelesi, aynı zamanda özgürlük mücadelesidir. Buna halk arasında, “hayat mücadelesi”, “ekmek kavgası” adları da verilmektedir.

Ama insanı bu mücadeleden alıkoyacak, onu bağımlı kılacak, “artan tehlikeler ve daralan olanaklar” vardır. Bu darboğazdan kişinin kurtuluşunda iki seçenek vardır : Daha güçlüye boyun eğip bağımlı olmak, kendisiyle aynı koşulları taşıyanlarla birleşip, mücadeleyi bir basamak öteye götürmek. İşte vahşi kapitalizm ile sosyal politika arasında yapılacak, bu iki yoldan birisine girmek demektir.
Biz insanların, “bağımlı” değil, “özgür” yaşamaları gerektiğine; kimsenin kendine bir güç “vehmederek” bir başkasını “köleleştirme” hakkına sahip olmadığına inanıyoruz. Onun için de, birlikte özgürlüğümüz için mücadeleyi geliştirmeye uğraşıyoruz.

1.3. ÖNGÖRÜ VE BÜTÜNSELLİK

Sosyal güvenliğin sağlanmasında, bir çok aşamalardan geçilmiştir. İnsanların topluluklar halinde yaşamaya başladıkları anda bile sosyal risklerden ve sosyal dayanışmadan sözetmek olasıdır. Doğanın ve vahşi hayvanların oluşturduğu tehlikelere karşı, insanların birlikte savaşmaları bunun en somut kanıtıdır.

Ama sosyal güvenlikten söz edebilmek için, öngörüden ve bütünsellikten de söz etmek gerekmektedir.

Öngörü ile şunu kastediyoruz : Yalnızca yaşanılan anı değil, çok daha ötesini görmeye çalışmak… Uzağı görmeye çalışmak, aynı zamanda birden fazla olasılığı da göz önünde tutmayı, hata kaynaklarını değerlendirmeyi ve gelecek tehlikelere hazırlıklı olmayı getirir. Bir örnekle açıklayalım : Yoğun bir trafikte yol alırken, yalnızca önündeki taşıt aracının değil, on araç ötesindekinin hareketlerini izlemek gerektiği söylenir. Böylece size kadar ulaşacak olan zincirleme etkiyi görebilmiş olursunuz. Yine bir satranç oyuncusunun, on hamle ötesini görebilmesi ölçüsünde başarılı olabileceği söylenir. Öngörü, hazırlıklı olmanın yanı sıra, istemediğimiz sonuçların yönünü değiştirmek için planlama ve atılım olanağı da verir.

Bütünsellikle şunu kastediyoruz : Bir çok olgunun birbiriyle olan bağlantısını ortaya koyar. İnsan odaklı hiç bir konu yoktur ki, insanı ilgilendiren tüm konuları kavramasın. Bütün bu olguların etkileşim içerisinde olması, incelenirken de, sonucun, tüm etmenlerin bir bileşkesi olarak gerçekleşeceğini bilmemizi olası kılar. Her bir olguyu bir pencere olarak görürsek, bir olaya bakarken, ne kadar çok pencereden bakabilirsek, o kadar gerçekçi bir değerlendirme yapma olanağımız doğar.

O zaman sosyal güvenlik tarihini incelediğimiz zaman, hep bu iki ölçütü hatırımızda tutmalıyız ve o zaman göreceğiz ki, insanlık ancak 20.yüzyılda bu ölçüde kapsayıcı ve kavrayıcı bir yaklaşıma ulaşabilmiştir. 20.yüzyılın aynı zamanda “insan hakları çağı” olarak tanımlanmasının da, bu söylediğimizi doğrulayıcı bir yanı olduğunu da unutmamak gerekir.

Ne zaman ki, insanı, hakları ile doğan ve tek başına bir kimliğe sahip bir varlık olarak algıladık; o zaman onun insanca yaşama düzeyini sürdürmeye hakkı olduğunu da kabul ettik. Ama başta savaşlar ve küreselleşme olmak üzere, onun bu hakkını çiğnemek için çabalayan bir çok tehlikeyle yüzyüze kalmasının da önüne geçemedik.

Sosyal güvenlikte öngörü önemlidir. En kötü olgu da, öngörü sahibi olanlar ile günü birlik yaşayanların aynı toplumda bir arada yaşamakta oluşudur. Öngörülü olmak, eğitimden beklenen en önemli çıktıdır. Okur yazarlığın ötesinde, kişinin kendisini günü birlik zevklerin, çıkarların çok ötesinde, istikrarlı ve fırtınasız bir yaşama hazırlar. Bugün gördüğünü (elde ettiğini) yarın da görebilmesi için bu gereklidir. Diğer bir deyimle sürprizler en aza indirilmiştir. Bunu yalnızca bireysel açıdan değil, toplumsal açıdan da söyleyebiliriz. Ama bireyi aşan her olgu, diğer bireylerin de onayını gerektirir. Bir kişinin öngördüğünü öteki kişiler öngörmüyorsa, çatışma ve farklı doğrultuda kararlar çıkabilir. Ne yazık ki, öngörülü olmak, her zaman inandırıcı olmayı getirememektedir. Ve “bile bile lades” dedikleri olgu, çoğunluğun öngörememesinin bir sonucudur.

Sosyal güvenlikte bütünsellik önemlidir. Çünkü sosyal güvenlik, sosyal politika mozayığını oluşturan ögelerden ayrı ve tek başına ele alındığında, kısır ve etkisiz kalır. Olaylar arasında bağlantı kurma becerisi de, eğitimle yakından ilgilidir. Eğer kişi kendisini, olaylara farklı açılardan bakabilecek biçimde yetiştirmişse, “olayların perde arkasını”, “yazıdaki satır aralarını” da kolaylıkla görebilecektir. Böylece bir olayı açıklamak için, ilk gözüne çarpan nedenin üzerine atlamaz, derinde kalmış ve belirleyici olan nedenleri de ortaya çıkarabilir.

Bilim insanlarından ya da bilimsel düşünce alışkanlığı kazanmış olanlardan beklenen budur.

1.4. İNSANA VERİLEN DEĞER

İnsanın kendi kendine verdiği değer kadar, toplumun insanına verdiği değer de önemlidir. Bu toplumdan topluma, kültürden kültüre, benimsenen yönetim biçiminden diğerine farklılık gösterebilir. Yer yer insanların isyan ettiğini ve “bu toplumda insana hiç değer verilmiyor” ya da “bu toplumda insanın beş paralık değeri bile yok” denildiğine tanık olmuşuzdur. Bu sözlerin ne zaman insanların ağzından çıktığını izler ve bunları bir altıgenin köşelerine yerleştirirsek, karşımıza anlamlı bir model çıkar. (agf, 1992)

İnsana Verilen Değerin Bileşik Göstergesi (Çizelge 1)

Bu ölçütlerin her birinin bir insan hakkının karşılığını oluşturduğunu görürüz. Her bir göstergenin yükselmesinin tek başına bir anlam oluşturamayacağını ve diğer bütün göstergelerle organik bir ilişki içinde olduğunu görürüz.

Sözgelimi, sağlıkla bilme hakkı arasında doğrudan bir ilişki vardır. İnsanlar, çalıştıkları fabrikada ya da evlerinin yakınında, su boylarındaki işletmelerde kullanılan zararlı kimyasalları bilmezlerse; bunların sağlıkları üzerindeki bozguncu etkilerini nasıl bilebilirler; bunlara karşı nasıl önlem alabilirler. Öte yandan, gelir düzeyiyle sosyal güvenliğin arasında sayısız köprü tanımlanabilir. Sözgelimi bunlardan biri, insanca yaşamaya elveren gelirle, biriktirim (ve geleceğe yatırım) arasındaki bağlantıdır.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama bu modelde, unutulmaması gereken iki olgu var: Birincisi, tüm bunların ancak demokrasi temelinde gerçekleşmesinin olası olduğu. Her şeyin güvencesi tüm bu saydıklarımızın bir “hak” temelinde yerleşmesi ve hukuk sistemiyle güvence altına alınmış olmasıdır. Hemen bunun uzantısı olarak, “hak arama ve örgütlenme özgürlüğü”nün varlığı olmaksızın, ne bu model ayakta kalır; ne de kendini geliştirebilir.
Gerçekten de, “hak arama ve örgütlenme özgürlüğü” hem tek tek diğer göstergelerle bağlantıdadır; hem de modelin dışa açılan kapısıdır. Yeni yeni kazanımların, yeni yeni hakların kapısını açar ve insana verilen değeri arttırır.

İnsana verilen değer üzerine kafa yoran modellerden biri de, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından geliştirilen “İnsani Gelişme Endeksi”dir. Değişik göstergeler kullanılarak üretilen çeşitli endeksler, ülkeler arasında bir sıralama yapmaya ve bunu yıllar içerisinde izlemeye olanak vermektedir. (www.hdr.undp.org)

İnsani Gelişme Endeksi (2008), dört göstergeden oluşur. Bunlar,

  • Doğumda yaşam beklentisi,
  • Yetişkin okur yazarlığı,
  • Birleşik okullulaşma oranı,
  • Satın alma gücü paritesi.

Demek ki, UNDP, yoksulluğu tanımlarken kullandığı üç temel ölçütü (sağlık, eğitim, gelir), burada da kullanmıştır. İzleyen tüm endekslerde, bu yaklaşımı bulabilmekteyiz.

Türkiye, İnsani Gelişme Endeksi’nde (2008), ülkeler arasında 76.sıraya oturmaktadır. Ancak bu konumunu, toplumsal cinsiyet bağımsız değişkeni devreye girince, yitirmektedir. Türkiye, Toplumsal Cinsiyete Bağlı Gelişme Endeksi’nde (GDI) 84.sıraya; Toplumsal Cinsiyet Güçlendirme Endeksi’nde (GEM) yine 84.sıraya gerilemektedir.
Toplumsal Cinsiyete Bağlı Gelişme Endeksi, şu ögelerden oluşmaktadır :

  • Yaşam beklentisinde erkek kadın farkı,
  • Eğitim düzeyinde erkek kadın farkı,
  • Gelir değerlerinde erkek kadın farkı.

Toplumsal Cinsiyet Güçlendirme Endeksi’nde ise şu ögeler vardır :

  • Parlamento’da temsil,
  • Yönetim ve Profesyonel konumlar,
  • Kazanılan gelir payı.

UNDP’nin İnsani Gelişme Endeksi kadar önem verilen ve değerli endekslerinden biri de “İnsani Yoksulluk Endeksi (HPI)”dir. Bu endekse göre Türkiye, 2008 ylında 84.sırada yer almaktadır. Endeksi oluşturan göstergeler şunlardır :

    • Yaşam süresi yoksunluğu

40 yaş altında ölüm

  • Bilgi yoksunluğu
  • Okur yazarlık
  • Onurlu yaşam standartlarından yoksunluk
  • Güvenli su kaynaklarına ulaşamayan nüfus
  • Sağlık hizmetlerine ulaşamayan nüfus
  • Düşük ağırlıklı çocuk (beş yaş öncesi)

Türkiye’nin sosyal gelişme düzeyini gösteren bu veriler, ekonomik gelişme düzeyiyle bir uçurum olduğu gerçeğini de ortaya koymaktadır. Bu veriler, kapitalizmin eşitsiz gelişme ilkesinin ve küreselleşmenin “insan özürlülüğü”nün belgeleridir.

Görüldüğü gibi, her iki modelde birbirini desteklemekte ve aynı pencereden dünyaya bakmaktadır. Modeli bir adım öteye götürerek, politika oluşturma ve uygulamayı yönlendirme noktasına taşıyabiliriz. O zaman önümüze yine bir altıgen, yine zeminde demokrasi çıkar. Tablonun görünümü ise şöyle olmuştur:

İNSANA DEĞER VEREN POLİTİKALARIN BÜTÜNLÜĞÜ (Çizelge 2)

  • herkese sosyal güvenlik
  • herkese sağlık
  • tam istihdam
  • sosyal adalet
  • herkese en üst düzeyde eğitim
  • örgütlü yaşam ve sosyal barış

Tüm bu göstergelerdeki ve politikalardaki yoksunluk, insanların özgürlüğünü kısıtlayan, yaşama sevincini öldüren etmenlerdir. İnsanlara huzur dolu ve mutlu bir yaşam sunmak istiyorsak, hedefimiz, “özgürlükleri kısıtlayan, yaşama sevincini öldüren” politikaların yerine, sosyal politikayı koymamız gereklidir.