İşleyen Beyin Işıldar

Beyin bir güç. Ama hangi beyin? Sorgulayan, araştıran, konuşan, yargılayan, çözüm üreten “beyin”den söz ediyorsak; evet, beyin bir güçtür. Sözgelimi, “İkinci Dünya Savaşı’nın tek sorumlusu Hitler’dir.” diyen kişinin beynini bir güç olarak görmeli miyiz? Yoksa, araştırıp, şu soruları mı sormalı kişi kendine ?

  • Tek başına Hitler mi sorumlu?
  • O dönemdeki işsizler, büyük iş adamları, “akıl tutulmasına uğramış (!)” ya da sessiz kalmış sözde bilinçliler mi ortak buna?
  • Çıkarları için binlerce kişinin ölümüne seyirci kalan ülkeler sorumlu değil mi?
  • Sömürü düzenini sürdürebilmenin aracı değil mi savaşlar?

Bu soruları sorup, araştıran özgür düşünceli beyin bir güçtür ve tehlikelidir. Bertaraf edilmelidir (”Katli vaciptir”).

Güçlü beyin düşünür; araştırır. Ve öğrenir ki, kağıdı, matbaayı, barutu, ipeği bulan Çin’lidir. Peki ya o tarihlerdeki Avrupa. Orada düşünen beyin yok muydu o yıllarda? O dönemde, Avrupa bağnazlığın, dogmanın, kilisenin, kralların hegemonyası altındaydı. Engizisyon mahkemeleri, afarozlar, cadı avları ve Haçlı seferleri korku salıyordu etrafa. Düşünen beyinler güç olamadan bertaraf ediliyordu. Avrupa’da beyinlerin güç olması, Rönesansla, aydınlanmayla; ama en önemlisi örgütlü sosyal hareketlerin ortaya çıkmasıyla gelişti. Dogmalar aşıldı; beyinler çalışmaya, ışıldamaya başladı. Keşifler, icatlar, yenilikler, buluşlar birbirini kovaladı. Çünkü ekonomik güce koşut olarak siyasal güç de el değiştirmişti.

Avrupa bu dönemi yaşarken, Osmanlı İmparatorluğu hala beyin gücüne değil, beden (ordu) gücüne önem veriyordu ve doğaldır ki gitgide zayıflıyordu. Böyle dönemlerde beynin baş düşmanı olan sömürgeciler, zalimler, din sömürücüleri sahnede yerlerini alıyorlardı. Sonuç, Osmanlı İmparatorluğu yok oldu. Eğer bir beyin, geçmişi araştırıp, öğreniyor ve bugünle karşılaştırıyorsa bir güçtür ve bertaraf edilmelidir.

Hele bir de, o beyin, “tarihin saati geri çalışmaz” deyip umut saçıyor ; “örgütlenmek gerek” deyip oyunu bozuyorsa, çok güçlüdür. Hiç zaman geçirmeden bertaraf edilmelidir.

Bir güçlü beyin Karl Jaspers (1883-1969), “Suçun dört boyutu vardır” demiş ve şöyle sıralamış:

  • Cürüm suçu : Suçu işleyen fail,
  • Siyaset suçu : Suçu işleyenleri seçen yurttaşlar,
  • Ahlak suçu : Olan biteni izleyen ve hiç bir şey yapmayan toplum,
  • Metafizik suç : Oralı olmayan dünya insanları (1).

Suç herkesin. Suçlu konusunda yanlış adres göstermeyen ve gerçekleri gözümüze sokan beyin güçtür. Düşünen, farklı pencerelerden bakmayı bilen, eyleme geçen, sorumluluk alan, örgütlenen bireyin beyni bir güç oluşturur.

“Hangi beyin güçtür?” sorusuna yanıt aradıktan sonra, bir başka soruyu yanıtlamak gerek. Yetiştirilen beyinlerin üretebilmeleri, çoğalabilmeleri için Türkiye’de gerekli ortam var mıdır?

Keşke elimizde bir sayaç olsa -tıpkı elektrik harcamasını gösterircesine-, Türkiye’nin 23 Nisan 1920’den bu yana kaç kw/saat beyingücü ürettiğini bulabilsek. Bu birikim ile, bugün Türkiye’nin ulaştığı noktayı karşılaştırdığımızda, büyük bir enerji ziyanı ile karşı karşıya kalırız. Neden? İşte araştırmamız gereken konu bu. Bunun nedenlerini irdeleyeceğiz. Ama mutlaka bu kaybın önüne geçmek için neler yapılması gerektiğini de ortaya koyacağız.

“Tek saz dönemi geçti; şimdi orkestra çağıdır” diyor Prof.Dr.Nusret H.Fişek. “Müziği birlikte ortaya çıkarabilmek için, orkestra elemanlarının eş zamanlı ve sorumluluklarının bilincinde işlerini yapmaları gerekir.” (Rengin Gökmen) (2)

Beyingücünün eş zamanlı ve her birinin sorumluluğunun bilincinde işini yapması için önkoşul, özgürleşme ve örgütlenmedir. Türkiye’de egemenlerde büyük bir korku var : Her aklını kullananın örgütlenmenin gerekliliği fikrine varmasından korkuyorlar. Onun için beyingücünden korkuyorlar ve insanların beyinlerini kullanmaması için her türlü önleme başvuruyorlar.

Atalarımızın izinden giderek şöyle söyleyebiliriz : “İşleyen beyin ışıldar”. Gerçekten de, beyin işlendikçe ufku açılır; açlıkla bilgileri ve deneyimleri depolar, üretir. Ama beyinlerin ışıldamasından hoşlanmayanlar da var; onlar insanların beyinlerini kullanmaya başlamasını, kendi kurdukları düzen için, tehlike olarak görürler. Bunun için yüzyıllardır önlem almakta ustalaşmışlardır.

Beynini işletenler önce korkutulur. Korkutma, madalyonun bir yüzüyse, “bertaraf etme” (giderme) ikinci yüzüdür. Çünkü ilkinde başarılı olunamazsa, ikincisi ile işlem tamamlanacaktır.

Korkutma, henüz çocuk, okula başlamadan başlatılır. Atasözleri, bunun önemli araçlarından biridir :

  • Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de.
  • Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.
  • Her koyun kendi bacağından asılır.
  • Sürüden ayrılanı kurt kapar.

Böylece çocuğa, yaşamda tek başına olduğu ve güçlüye boyun eğmesi gerektiği öğretilir. Bunun ödülü “köprüyü geçtikten” sonra yani gücü ele geçirdikten sonra, ötekilerin ona boyun eğmesi zorunluluğudur. Bu o kadar doğal sayılmaktadır ki, buna uymayan her türlü cezayı hakeder. Bu, “biat” (emre itaat) kültürünü öğretmenin bir yoluysa, ikincisi dinsel temaların kullanılmasıdır. “Allahtan kork”, “günah”, “cin çarpar”, “cehennemde yanarsın” gibi işaretler, çocuğa “yol”dan çıkmaması için sık sık söylenir.

Çocuğa ilk aşamada, beynini geliştirmemesi ve “yüce beyinlere” itaat etmesi için bu öğretilmek istenenler karşısında en büyük tehlike, okulda öğrenecekleridir. İstenen, okulda da bu yönlendirmenin (telkinin) sürdürülmesidir. Bunu sağlayacak olan da öğretmenlerdir.

Ülkemizde öğretmenlerin “hiza”ya getirilmesi, yani sisteme uydurulması için çok uğraşmak gerekmiştir. 1908’de başlayan öğretmen örgütlenmesi, 1920 yılında İstanbul’da ilkokul öğretmenlerinin greviyle (3) ile kendisini göstermiştir. Düzene karşı öğretmen direnişlerinin, Cumhuriyet döneminde de Atatürk devrimlerini savunan öğretmenlerle, 1960 sonrası öğretmen sendikalarıyla (TÖS, İlksen, TÖB-DER) sürmüştür (4) . Öğretmenler, korkutulmak için, çok uğraşılmış; bertaraf edilenler (öldürülen, sürülen, hapsedilen, yurt dışına kaçmak zorunda kalan) çok olmuştur.

Özellikle 12 Eylül 1980’den ve 2003’ten sonra, hem öğretmenlerin ürkütülmesi ve küçük yaşta dinsel temalarla “beyinlerin terbiye edilmesi” büyük bir ivme kazanmıştır.

Düzen yanlılarının bütün bu çabalarına karşın, çocuk, ister öğretmeninin çabasıyla, isterse ailesinin çabasıyla, beynini kullanmayı öğrenirse, önünde iki yol vardır : Ya susup, beynini kimselere açmayacaktır; ya da düşündüklerini yüksek sesle söyleyecektir. İlk yolu tutturanların yaratabileceği tehlike, şimdilik ortadan kalkmıştır. Ama ikinci yola başvuranlara, ilk fırsatta, düzenin “demir yumruğu” gösterilmelidir; “çünkü onlar başka dilden anlamayacaklarını (!)” göstermişlerdir.

Bunun örneklerinden biri, 1960’lı yıllarda bir ortaokul öğrencisi G.’dir. Türkçe kompozisyon dersinde, Atatürk-Lenin karşılaştırması yapmış ve her ikisini de uluslarına kurtuluş yolunu gösteren önderler olarak anmıştır. Ama fincancı katırlarını ürkütmüştür. Demirparmaklıklar ardına konulmuş; saçları sıfır numaraya vurdurulmuş ve küçük yaşında ezilmek istenmiştir. Bu örneğe benzeyen olaylar sonra da sürmüştür. Manisa’da 1995 yılında çoğu lise öğrencisi olan 16 gence “yasa dışı örgüt üyesi oldukları” savı ile poliste işkence yapılmıştır. Manisalı gençler davası adıyla anılan, polisler hakkında gençlere işkence yaptıkları gerekçesiyle açılan dava, Türkiye’de insan hakları alanında verilen mücadelenin simgelerinden biri olmuştur. Böylece hem öğretmenleri ve hem de aileleri korkutulmuş; öğrenciler üzerinde, özgün düşünmeme ve bunu dillendirmeme yönünde baskılarını yoğunlaştırmaları sağlanmıştır.

Halbuki düşünce özgürlüğü, yalnızca düşüncesini açıklayanın, beyingücünün gelişmesini sağlamakla kalmaz; toplumsal birikim ve gelişim açısından da kaçınılmazdır. Bundan yoksun bırakılan toplumlar, “ithal” reçetelerle iş görmek zorunda kalırlar. (5)

Basmakalıp, ezbere dayanan, karşıt görüş üretmeyen bir eğitim ortamı, sıradan öğrenciler yetiştirmekle yetinir. Çoktan seçmeli test yöntemleri, tekrarları ve biçimsel algılamaları öne çıkararak; üretkenliği ve yaratıcılığı törpüler.

Hiç kuşkusuz “işlenmeyen beyin”ler üretmeyi amaç edinmiş olan bir eğitim sistemi içerisinde de, aykırı sesler çıkabilmektedir. Bunlar kendilerini öğrenci derneklerinde, gönüllü örgütlerde, miting ya da gösterilerde ifade edebilmektedirler. Düzen yanlıları, onların, beyinlerini, “işleme”, “geliştirme”, “benzerleri ile buluşma” girişimlerini, aşırı güç kullanarak ezmeye çalışmakta; hatta hapishanelere göndererek, yaşamlarını karartmaya çalışmaktadırlar. Bugün hapishanelerde, pankart asmaktan, mitinge katılmaya; slogan atmaktan, konuşmaya kadar, “suç bile sayılamayacak” eylemlerden ötürü gençler, hatta bebekleri ile birlikte genç anneler, özgürlüklerinden yoksun bırakılmaktadırlar.

Özgür üniversite ortamı, yanlızca öğretim üyelerinin ve öğrencilerin düşüncelerini tüm kaygılardan, engelleme ve kısıtlamalardan arınmış olarak dillendirmelerini içermez; aynı zamanda öğrencilerin barınma, beslenme, kitap edinme, burs, eğlenme vb olanaklardan da doyurucu biçimde yararlanmalarını öngörür. Ne yazık ki, üniversitelerimizde, okuyan öğrencilerin bu sorunlarla boğuşmaları ve beyin güçlerini işlemeye fırsat bulamamaları istenmektedir (6) . Bu sorunlarını biraz olsun hafifletmek amacıyla çalışmak zorunda kalan öğrenciler ise, eğitimlerinden ve sağlıklarından, özveride bulunmak zorunda kalmaktadırlar.

Bütün bu engelleri aşarak bir meslek sahibi olan gençler yeni bir korkutma ile karşı karşıya gelmektedirler. O da “işsizlik” sopasıdır (7) . “Kötü sicil”, “torpil”, ”temiz kağıdı”, ”kara liste”, “mülakat”, “sınav sorularında şifre”, “sağlık muayenesi yoluyla eleme” vb uygulamalar, “işleyen beyinleri” değil, başka tercihleri ön plana çıkarmaktadır. Mesleğin gerektirdiği niteliklere sahip olmak, meslekte ilerlemek için çırpınmak “iş bulmak” için yetmemektedir. İş bulsanız da, “iş”te tutunmak için yetmemektedir. İnsanlar, çoklukla, beyin güçlerinin “gizli silah” olarak algılandığını farkettikleri için kendilerini ele vermemeye çalışmaktadırlar.

“İşleyen beyin ışıldar”. Işıldamasın derseniz, işte yukarıdan beri saydığımız yöntemlerle, insanların içine korku salmanız gerekir. Bazen bu da yetmez. İyi ki yetmez. Bu sayede, toplumumuz, ileri doğru atılımlar yapma fırsatı bulur. Beyingücü en çok geliştirecek araç “EYLEM”dir. Düşündüklerini, tasarılarınızı “eylem”e döktüğünüzde, ufkunuz açılır ve taş üstüne taş koymaya başlarsınız. Toplumların yaşamlarında her zaman atılım dönemleri ve böyle “eylemlerin” desteklendiği dönemler olmuştur.

KUTU No.1

1920-44 1960-70

1976-801980 sonrası

  • 933 Üniversite Reformu
  • KİT’lerin Çırak Okulları
  • Köy Enstitüleri
  • Halkevleri
  • Çocuk Esirgeme Kurumu
  • Sağlıkta Sosyalleştirme Yasası
  • Grevle desteklenen toplu iş sözleşmesi
  • Öğretmen sendikaları
  • Türkiye İşçi Partisi
  • Üretici SSK
  • Ulusal Düzeyde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulu
  • Toplumcu belediyecilik

(Kabus dönemi)

Not : Taş üstünde taş kalmışsa, onlar da bu dönemde yıkılmıştır.

 

KUTU No.2

1920-44

  • Çocuk Esirgeme Kurumu : 1921 yılında kamu yararına dernek olarak kurulan Çocuk Esirgeme Kurumu, 1983 yılına kadar ülkemizin “çocuklara yönelik sosyal politikası”na yön veren en önemli kuruluş olmuştur. Kurtuluş savaşı sonrası başlatılan devrimlerin bekçisi genç kuşaklar yetiştirmek düşüncesinin egemen olduğu, eylemleriyle Türkiye’de birçok ilke imza atmıştır. 1983 yılında Milli Güvenlik Konseyi kararıyla devletleştirilmiş ve tüm mal varlıklarına el konulmuştur (8) .
  • Halkevleri : Kurtuluş savaşı sonrası dönemin en önemli yurttaş örgütlerinden biri de halkevleridir. 1932-1951 yılları arasında devletin desteklediği çalışmalarında, devrimlerin halk tarafından benimsenmesi ve sanatta-kültürde-halk eğitiminde çağdaş ölçütlerin yakalanabilmesi için çaba göstermiştir. Daha sonra yeniden yurttaş örgütü statüsünde açılmışsa da, özgörevi (misyonu) büyük ölçüde zedelenmiştir. 1950-51 yıllarında önce güçsüz bırakıldı; sonra kapatıldığı ve tüm mal varlığına el kondu (9) .
  • 1933 Üniversite Reformu, devrimleri izleyen ve yaşatan bir gençlik yaratmak ve devrimleri geliştirmek amacıyla Türk İnkılap Enstitüsü ekseninde medrese sisteminden üniversite sistemine geçiş sürecidir. Eş zamanlı olarak, Almanca konuşan profesörlerin, Hitler zulmünden kaçmak zorunda kalması bu sürecin başarısında büyük bir rol oynamıştır. Ancak 1943 yılından başlayarak karşı-devrimci süreç ve beyingücüne karşı yürütülen kıyım, bugüne kadar süren dirence karşın üniversite reformunun büyük ölçüde ivme kaybına uğramasına yol açmıştır (10) .
  • Köy Enstitüleri, köylüyü devrimleri gerçekleştiren Türkiye’nin eylemli bir parçası haline getirmek ve köyün kalkınmasında öğretmenlerin kilit bir rol oynayacağı gerçeğinden hareketle kurulmuşlardır. 1939 yılında başlayan, Türkiye çapında köylerden toplanan yeteneklerin, “üretim için eğitim” felsefesiyle yoğrularak, yeniden köylere öğretmen olarak gönderilmesi düşüncesini uygulamaya koymuştur. Üretimi esas alan öğretim programı, demokratik yönetim yöntemi, öğretmene köyde hazırlanan üretim ortamı ve buna benzer bir yığın etkinlik örnekleri, köy enstitüleri zincirinin, “köy kaynağı” ve “Tonguç” faktörlerini izleyen doğal halkalarıdır (11). Ancak 1944 yılından sonra yoğunlaşan karşıtlıklar, bu aydınlık odakların ve önderlerinin kıyılması ile sonlandırılmıştır.
  • Atatürk Devrimlerinin izleyicisi olan işçi kuşaklar yetiştirmek ve onların Türkiye’nin sanayileşme atılımına sahip çıkmasını sağlamak üzere Kamu İktisadi Kuruluşları içerisinde oluşturulan Çıraklık Okulları (12) , 1939 yılında çıkarılan yasa (13) ile yaşama geçirilmiştir. Ancak yeni sanayi planlarının bir türlü uygulamaya geçirilememesiyle, 1945-46 yıllarından sonra, KİT’lerin Çırak Okulları gözden düşürülmüşlerdir.

 

KUTU No.3

1960-70

  • Sağlıkta Sosyalleştirme : 6 Ocak 1961 yılında 224 sayılı yasa yürürlüğe kurulan sağlıkta sosyalleştirme, “herkese sağlık” hedefinin gerçekleşmesi için, sağlık ocakları ve sağlık evlerinin bir ağ gibi tüm ülkeyi kaplaması temelinde tasarlanmıştı. Türkiye’nin 1920 yılında başlatılan bulaşıcı hastalıklarla savaşımının başarıya ulaşmasının ardından; ulaşılan sağlık düzeyinin korunabilmesi, hastalananların tedavi edilebilmesi için yeni bir aşamaya gelinmişti. Doğu ve Güney-doğu illerinden başlatılan bu yeni yaklaşım, dönemin sosyal politikasıyla ve Beş Yıllık Kalkınma Planları’yla uyumluydu. Sağlığın bir insan hakkı olduğu kabulünden hareketle, vergilerle finanse edilen bir sistem aracılığıyla, sağlık hizmetlerini piyasa koşullarından kurtarmayı özgörev edinmişti. (14) Kurulduğu yıllarda, güçlü karşıtlarının onu yıpratma, budama ve yoketme çabaları da başlamıştı. Bıkmadan usanmadan onu ve kazanımlarını yıkmak için uğraştılar. Ama, halkın uzatılan bu ele hararetle sarılması; yıkılabilmesi için ancak 2011 yılının olağanüstü koşullarının beklenmesini zorunlu kıldı.
  • 1961 Anayasası ile anıtlaşan, 1960-70 arası sosyal politikanın en parlak döneminin yine anıtlaşan adımlarından biri, 1947 yılından beri toplu iş sözleşmesi bağıtlama olanağı olan sendikaların “grev” hakkını kazanmaları olmuştur. 1963 yılında çıkarılan Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile işçiler için, sendikal mücadelede yeni ufuklar açmış ve 12 Mart askersel darbesinin liderinin deyişiyle “sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçmesini” sağlamıştır. Çıkar düzenini sürdürmekte kararlı olanlar, darbelerle kıyımlarla kazanımları yoketmeyi ve sendikalaşmayı güdükleştirmeyi başardılar. Hele 2003 sonrası “yandaş” sendikaları destekleyerek, hem işçi ve hem memur sendikalarında, işçi sınıfını uysal sınırlar içerisinde tutma konusunda ustalaştılar.
  • 1960-70 döneminin ekonomik mücadele konusundaki en önemli karakteristik-lerinden biri memurların ve özellikle öğretmenlerin sendikalaşmalarıydı. TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve İlksen (İlkokul Öğretmenleri Sendikası), dönemin iki önemli sendikasıydı ve büyük öğretmen kitlelerini örgütlemişti. Ama 12 Mart 1971 askersel darbesiyle, memur sendikacılığının önü kapatıldı. Bugün yeniden yükselen memur sendikacılığının en önemli bileşenlerinden biri eğitim alanında çalışan memurların sendikal hareketidir (15) .
  • 1960-70 döneminin en önemli siyasal mücadele konusundaki karakteristiği ise, Türkiye İşçi Partisi’nin varlığı ve TBMM içerisindeki çalışmalarıydı. 1963’te 2 senatör; 1965 seçimlerinde 15 milletvekili; 1966 seçimlerinde 1 senatör, 1969 seçimlerinde 2 milletvekili ile Parlamento’da temsil edildiler. Gerek komisyon vb meclis içi çalışmalarla, gerekse toplum yararına görmediği yasaların Anayasa Mahkemesi’nce iptali için yaptığı başvuruların yaygınlığı ile siyasetin demokratikleştirilmesi anlamında büyük bir işlev görmüştür. Siyasal mücadeleyi, sendikal mücadeleyle; yine siyasal mücadelesini kuramsal alt yapı ile desteklemiştir. “TİP, … bir toplumsal hareketin, bir ideolojik akımın politik örgütlenme düzeyinde yansımasıdır, ifadesidir. TİP’in on yıllık tarihine aktığımız zaman gördüğümüz belirgin olgu Partinin, işçi sınıfımızın partisi olma niteliğinin kesintisiz gelişmiş, güçlenmiş olmasıdır” (16). 1970 yılında toplanan 36.Büyük Kongre Kararları, Türkiye siyasal yaşantısında önemli bir kilometre taşı ve kapatılması için de bahane olmuştur. 12 Mart 1971 askersel darbesinin ardından kapatılmıştır.

 

KUTU No.4

1976-80

  • Üretici SSK : 1946 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu’nun en önemli özelliği, sosyal ortaklar olarak nitelenen üçlü yapısıydı (devlet, işçi, işveren). Varlığını, işçi ve işverenlerden toplanan primlerin, işçilerin sosyal güvencesini sağlamak üzere değerlendirilmesi ilkesine dayandırıyordu. Sosyal risklere yönelik çeşitli sigorta kollarından oluşan bu yapı, kendisini korumak ve geliştirmek üzere de çeşitli önlemler almıştı. Bu “öz savunma”nın başında, “kendi gereksinmelerini kendisinin karşılaması” biçimindeki “üretici” yaklaşım gelir. Bu çaba, çoğu kez dirençle karşılaşmıştır. 1950’li yıllarda, İşçi Sigortaları Genel Kurulları’nda dile getirilen, Kurum’un kendi bankasını kurması düşüncesi, bir türlü gerçekleştirilememiştir. Yine aynı yıllarda dillendirilen kendi ilaç fabrikasını kurma düşüncesi ise, Türkiye’de ilaç sanayiinin kurulup palazlanmasından çok sonra 1977 yılında ancak gerçekleştirilebilmiştir (Ama SSK İlaç Fabrikası, “reform” bahanesiyle 2004 yılında kapatılmıştır). Üretici SSK düşüncesinin, en erken başlayıp, en uzun ömürlü örnekleri, “hastanecilik” hizmetleridir. 1946 yılında kurulan Nişantaşı’ndaki “İş Kazalarıyla Meslek Hastalıkları Hastanesi”nden sonra, hızla yaygınlaşan İşçi Sigortaları Kurumu (sonraki adıyla Sosyal Sigortalar Kurumu) Hastaneleri, büyük başarılara imza atmış ve sigortalılarının gönüllerine taht kurmuştur. Buna koşut olarak, hasteneler bünyesinde, “kamu eczaneleri” açılması, önemli bir tasarruf kaynağıydı. İşçi meskenlerinin kredilerle desteklenmesi, meslek hastalıkları hastanelerinin kurulması, SSK Tıp Akademisi’nin kurulması kararının Yönetim Kurulu’nca kabulü, “Tesisler ve Müesseseler Genel Müdürlüğü” eliyle öncelikle hastane gereksinmelerine yönelik tekstil sanayiine yatırım yapılması düşüncesi, “üretici SSK” yaklaşımının örneklerindendir. Ama 2004 yılının olağanüstü koşullarında, Sağlık Bakanlığı’na devredilerek özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. (17)
  • Ulusal Düzeyde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulu : 1475 sayılı İş Yasası’nın 78.maddesinde, elli ve daha çok işçi çalıştıran ve sanayiden sayılan işyerlerinde kurulması öngörülen İşyeri İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulları’ndan yola çıkarak, önce bölge sonra ulusal düzeyde kurumsallaşma öngören çalışma 1978-79 yıllarında gerçekleştirilmişti. Sosyal tarafların geniş katılımı ile oluşturulan Yönetmelik ve yasa değişikliği önerileri, “idari ve mali yönden özerk” bir kurumsallaşmayı öngörüyordu. Kurul iki kez toplanmış ve bu önerilerde ısrarlı olmuştu; Çalışma Bakanlığı ise desteklemediği bu gidiş karşısında bir daha bu kurulu toplamamayı yeğledi (18) . Aynı yaklaşımla iki kez daha kurumsallaşma hedeflenen ortaklaşa çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan ilki 8.Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlıkları çerçevesinde (19); ikincisi İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı hazırlık çalışmalarında ortaya konulmuştur (20) . Ne yazık ki, bu kurumsallaşma yaşama geçirilememiş ve hala çalışma yaşamında “eşit” haklara sahip olarak sosyal tarafları bu konuda bir araya getiren bir yapı bulunmamaktadır.
  • Toplumcu belediyecilik 1976 yılında Ankara Belediye Başkanlığı’nın önderliğinde, sosyal demokrat belediyeler için geliştirilen projelere verilen addı. Hala bu yolu izleyen belediyeler olmakla birlikte, iktidarların, muhalefet partilerine ait belediyelere zulme varan engellemeleri, toplumcu belediye uygulamalarının karşılaştığı en büyük güçlüktür. Toplumcu belediyecilik akımının başlıca özellikleri şöyle sıralanabilir : (a) Halkın Yerel Yönetime Katılımı : Yığınların yaşantılarını dolaysız ilgilendiren siyasal ve toplumsal kararların tepeden inme niteliğinden arındırılması isteğidir. (b) Kentsel toprakların toplumsallaştırılması, ( c) Planların üretilmesi ve gelişmelerin denetimini elde tutma, (d) Topraktan, değer artışına neden olan evrelerde artan değeri geri almak, ( e) Üretici Yerel Yönetim : Yerel yönetim, fiyat denetimi işlevini yerine getirebilmek için üretici olmak zorundadır. Denetimin yanında yerel yönetimin doğrudan doğruya işletmecilik yapması. Besin maddeleri, lokantacılık, otel, hamam, ekmek üretimi ve benzeri kolaylıkla sayılabilir. (21)

SON SÖZ
Ne yazıkki, ülkemizde, “beyingücü mezarlığı” olarak nitelenmesine hak verdirecek ölçüde eylem (proje) mezarlığı vardır. Siz “taş üstüne taş” koymaya çalışırsınız; ülkenin gelişmesinden korkan, “beyingücünün yücelmesini” istemeyen çıkar şebekeleri yaptıklarınızı yıkarlar; “taş üstünde taş” bırakmamaya çalışırlar.

Demek ki, beyinlerini işleyenlere karşı bireysel düzeyde yapılan zulme ek olarak bir de onların yarattıkları eserleri (projeleri) yıkmak biçiminde sosyal düzeyde zulüm vardır. Bu zulümlere kayıtsız kalamayız. Beynimiz çalışıyorsa, yapmamız gerekenler de var demektir.

O zaman önümüzde üç seçenek vardır :

  1. Beyingöçü yaparak, yabancı ülkelerde uygun koşullarda mesleksel gelişimini sürdürmek,
  2. “Ayakta kalmaya çalışmak” ve birikimlerini ortaya koymak için yeni bir “rüzgar”ın çıkmasını beklemek,
  3. “Beyingücünü geliştirmeyi” ve “çoğalma”yı hedeflemek… Sosyal, ekonomik ve siyasal düzeydeki mücadele araçlarının zincirlemesine örgütlenmesiyle bütünleştirmek ve kendi rüzgarını yaratmak.

Birinci yolu izleyerek, kendinizi kurtarmayı deneyebilirsiniz. İkinci yolu izleyerek, dar alanda, geçici ve yol gösterici başarılar kazanabilir; ama bunun sürdürülebilirliğini sağlayamazsınız. Üçüncüsünde ise, “beyingücü mezarlığı”nı tarihe gömebilirsiniz.

Bütün olumsuzluklara karşın, “yıkılmadık ayaktayız” diyebilmek büyük bir mutluluk. İyi ki, sizler varsınız, bizler varız ve birlikteyiz. Henüz mezara gönderilmemiş güçlerimizle, toplumumuzu “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaştırmak için üçüncü yolu izleyerek mücadeleyi sürdüreceğiz.

KAYNAKÇA :

(1) Erdal Atabek : “Stefan Zweig’in Suçu Neydi?”, Cumhuriyet Gazetesi 26 Mart 2012
(2) Rengin Gökmen : “Kanal A” televizyonunda yapılan bir söyleşiden, Aralık 2011.
(3) İsmail Göldaş : İstanbul İlkokul Öğretmenlerinin Grevi (1920), Nisan 1984. İstanbul.
(4) Yıldırım Koç: TÖS, Anti-emperyalist Ulusalcı Emekten Yana Örgüt, Ulusal Eğitim Derneği Yayını, Aralık 2006 Ankara.
(5) A.Gürhan Fişek : “Düşünce özgürlüğünün Kişisel Olmayan Yanı” Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 60 Ocak Şubat 2002
(6) A.Gürhan Fişek : “Üniversite Öğrencilerinin Yaşama ve Öğrenim Koşulları” Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 116 Mayıs Haziran 2011.
(7) A.Gürhan Fişek : Gençliğe Yönelik Bir Şiddet Türü : İşsizlik, “Şiddete Karşı Düşünce Ortamı” içinde, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Ankara 2008.
(8) Hakan Acar : Cumhuriyet’in Çocuk Refahı Politikasını Yapılandıran Bir Sivil Toplum Örgütü : Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını – Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Kasım 2005 Ankara.
(9) www.balıkesir.edu.tr
(10) A.Gürhan Fişek, C.Umut Çiner : 1933 Üniversite Reformu, Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Yayını 2012.
(11) Feyzullah Ertuğrul : “Köy Enstitüleri, Kemalizm, Sosyalizm”, EMEK Dergisi, Sayı : 4, Eylül 1970.
(12) Taner Akpınar : Çocuk Emeği Sorununa Çağdaş Bir Yaklaşım : KİT’lerin Çırak Okulları (1938-1986), Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını – Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Mart 2006 Ankara.
(13) Sınai Müesseselerde ve Maden Ocaklarında Mesleki Kurslar Açılmasına Dair Kanun (17.06.1938 tarih 3457 sayılı)
(14) Nusret H.Fişek : Halk Sağlığına Giriş, Hacettepe Üniversitesi- Dünya Sağlık Örgütü Hizmet Araştırma ve Araştırıcı Yetiştirme Merkezi Yayını No.2, Ankara 1983.
(15) Memurların Sendikalaşması, İnsan Hakları Dergisi
(16) Behice Boran : Onuncu Yılı Tamamlarken, EMEK Dergisi, Sayı : 9 Şubat 1971.
(17) A.Gürhan Fişek ve ark. : SSK Tarihi (1946-1996) , SSK Yayını Kasım 1997.
(18) A.Gürhan Fişek : “Hedef : Ulusal Düzeyde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulu”, Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 15, Temmuz Ağustos 1994.
(19) 8.Beş Yıllık Kalkınma Planı İşgücü Piyasası (Çalışma Yaşamı) Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayını No.2643 – ÖİK No.651 Ankara 2001
(20) “Ulusal Düzeyde İş Sağlığı Güvenliği Kurumu” , Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 93 Temmuz- Ağustos 2007 s.21
(21) Ankara Belediyesi Başkanlık Uzmanları : Toplumcu Belediye, Ankara Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayını, Mayıs 1977.

İlk Yayın : Beyin Gücü Mezarlığı : Türkiye, “İşleyen Beyin Işıldar”, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Mayıs 2012