İşleyen Beyin Işıldar
Beyin bir güç. Ama hangi beyin? Sorgulayan, araştıran, konuşan, yargılayan, çözüm üreten “beyin”den söz ediyorsak; evet, beyin bir güçtür. Sözgelimi, “İkinci Dünya Savaşı’nın tek sorumlusu Hitler’dir.” diyen kişinin beynini bir güç olarak görmeli miyiz? Yoksa, araştırıp, şu soruları mı sormalı kişi kendine ?
- Tek başına Hitler mi sorumlu?
- O dönemdeki işsizler, büyük iş adamları, “akıl tutulmasına uğramış (!)” ya da sessiz kalmış sözde bilinçliler mi ortak buna?
- Çıkarları için binlerce kişinin ölümüne seyirci kalan ülkeler sorumlu değil mi?
- Sömürü düzenini sürdürebilmenin aracı değil mi savaşlar?
Bu soruları sorup, araştıran özgür düşünceli beyin bir güçtür ve tehlikelidir. Bertaraf edilmelidir (”Katli vaciptir”).
Güçlü beyin düşünür; araştırır. Ve öğrenir ki, kağıdı, matbaayı, barutu, ipeği bulan Çin’lidir. Peki ya o tarihlerdeki Avrupa. Orada düşünen beyin yok muydu o yıllarda? O dönemde, Avrupa bağnazlığın, dogmanın, kilisenin, kralların hegemonyası altındaydı. Engizisyon mahkemeleri, afarozlar, cadı avları ve Haçlı seferleri korku salıyordu etrafa. Düşünen beyinler güç olamadan bertaraf ediliyordu. Avrupa’da beyinlerin güç olması, Rönesansla, aydınlanmayla; ama en önemlisi örgütlü sosyal hareketlerin ortaya çıkmasıyla gelişti. Dogmalar aşıldı; beyinler çalışmaya, ışıldamaya başladı. Keşifler, icatlar, yenilikler, buluşlar birbirini kovaladı. Çünkü ekonomik güce koşut olarak siyasal güç de el değiştirmişti.
Avrupa bu dönemi yaşarken, Osmanlı İmparatorluğu hala beyin gücüne değil, beden (ordu) gücüne önem veriyordu ve doğaldır ki gitgide zayıflıyordu. Böyle dönemlerde beynin baş düşmanı olan sömürgeciler, zalimler, din sömürücüleri sahnede yerlerini alıyorlardı. Sonuç, Osmanlı İmparatorluğu yok oldu. Eğer bir beyin, geçmişi araştırıp, öğreniyor ve bugünle karşılaştırıyorsa bir güçtür ve bertaraf edilmelidir.
Hele bir de, o beyin, “tarihin saati geri çalışmaz” deyip umut saçıyor ; “örgütlenmek gerek” deyip oyunu bozuyorsa, çok güçlüdür. Hiç zaman geçirmeden bertaraf edilmelidir.
Bir güçlü beyin Karl Jaspers (1883-1969), “Suçun dört boyutu vardır” demiş ve şöyle sıralamış:
- Cürüm suçu : Suçu işleyen fail,
- Siyaset suçu : Suçu işleyenleri seçen yurttaşlar,
- Ahlak suçu : Olan biteni izleyen ve hiç bir şey yapmayan toplum,
- Metafizik suç : Oralı olmayan dünya insanları (1).
Suç herkesin. Suçlu konusunda yanlış adres göstermeyen ve gerçekleri gözümüze sokan beyin güçtür. Düşünen, farklı pencerelerden bakmayı bilen, eyleme geçen, sorumluluk alan, örgütlenen bireyin beyni bir güç oluşturur.
“Hangi beyin güçtür?” sorusuna yanıt aradıktan sonra, bir başka soruyu yanıtlamak gerek. Yetiştirilen beyinlerin üretebilmeleri, çoğalabilmeleri için Türkiye’de gerekli ortam var mıdır?
Keşke elimizde bir sayaç olsa -tıpkı elektrik harcamasını gösterircesine-, Türkiye’nin 23 Nisan 1920’den bu yana kaç kw/saat beyingücü ürettiğini bulabilsek. Bu birikim ile, bugün Türkiye’nin ulaştığı noktayı karşılaştırdığımızda, büyük bir enerji ziyanı ile karşı karşıya kalırız. Neden? İşte araştırmamız gereken konu bu. Bunun nedenlerini irdeleyeceğiz. Ama mutlaka bu kaybın önüne geçmek için neler yapılması gerektiğini de ortaya koyacağız.
“Tek saz dönemi geçti; şimdi orkestra çağıdır” diyor Prof.Dr.Nusret H.Fişek. “Müziği birlikte ortaya çıkarabilmek için, orkestra elemanlarının eş zamanlı ve sorumluluklarının bilincinde işlerini yapmaları gerekir.” (Rengin Gökmen) (2)
Beyingücünün eş zamanlı ve her birinin sorumluluğunun bilincinde işini yapması için önkoşul, özgürleşme ve örgütlenmedir. Türkiye’de egemenlerde büyük bir korku var : Her aklını kullananın örgütlenmenin gerekliliği fikrine varmasından korkuyorlar. Onun için beyingücünden korkuyorlar ve insanların beyinlerini kullanmaması için her türlü önleme başvuruyorlar.
Atalarımızın izinden giderek şöyle söyleyebiliriz : “İşleyen beyin ışıldar”. Gerçekten de, beyin işlendikçe ufku açılır; açlıkla bilgileri ve deneyimleri depolar, üretir. Ama beyinlerin ışıldamasından hoşlanmayanlar da var; onlar insanların beyinlerini kullanmaya başlamasını, kendi kurdukları düzen için, tehlike olarak görürler. Bunun için yüzyıllardır önlem almakta ustalaşmışlardır.
Beynini işletenler önce korkutulur. Korkutma, madalyonun bir yüzüyse, “bertaraf etme” (giderme) ikinci yüzüdür. Çünkü ilkinde başarılı olunamazsa, ikincisi ile işlem tamamlanacaktır.
Korkutma, henüz çocuk, okula başlamadan başlatılır. Atasözleri, bunun önemli araçlarından biridir :
- Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de.
- Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.
- Her koyun kendi bacağından asılır.
- Sürüden ayrılanı kurt kapar.
Böylece çocuğa, yaşamda tek başına olduğu ve güçlüye boyun eğmesi gerektiği öğretilir. Bunun ödülü “köprüyü geçtikten” sonra yani gücü ele geçirdikten sonra, ötekilerin ona boyun eğmesi zorunluluğudur. Bu o kadar doğal sayılmaktadır ki, buna uymayan her türlü cezayı hakeder. Bu, “biat” (emre itaat) kültürünü öğretmenin bir yoluysa, ikincisi dinsel temaların kullanılmasıdır. “Allahtan kork”, “günah”, “cin çarpar”, “cehennemde yanarsın” gibi işaretler, çocuğa “yol”dan çıkmaması için sık sık söylenir.
Çocuğa ilk aşamada, beynini geliştirmemesi ve “yüce beyinlere” itaat etmesi için bu öğretilmek istenenler karşısında en büyük tehlike, okulda öğrenecekleridir. İstenen, okulda da bu yönlendirmenin (telkinin) sürdürülmesidir. Bunu sağlayacak olan da öğretmenlerdir.
Ülkemizde öğretmenlerin “hiza”ya getirilmesi, yani sisteme uydurulması için çok uğraşmak gerekmiştir. 1908’de başlayan öğretmen örgütlenmesi, 1920 yılında İstanbul’da ilkokul öğretmenlerinin greviyle (3) ile kendisini göstermiştir. Düzene karşı öğretmen direnişlerinin, Cumhuriyet döneminde de Atatürk devrimlerini savunan öğretmenlerle, 1960 sonrası öğretmen sendikalarıyla (TÖS, İlksen, TÖB-DER) sürmüştür (4) . Öğretmenler, korkutulmak için, çok uğraşılmış; bertaraf edilenler (öldürülen, sürülen, hapsedilen, yurt dışına kaçmak zorunda kalan) çok olmuştur.
Özellikle 12 Eylül 1980’den ve 2003’ten sonra, hem öğretmenlerin ürkütülmesi ve küçük yaşta dinsel temalarla “beyinlerin terbiye edilmesi” büyük bir ivme kazanmıştır.
Düzen yanlılarının bütün bu çabalarına karşın, çocuk, ister öğretmeninin çabasıyla, isterse ailesinin çabasıyla, beynini kullanmayı öğrenirse, önünde iki yol vardır : Ya susup, beynini kimselere açmayacaktır; ya da düşündüklerini yüksek sesle söyleyecektir. İlk yolu tutturanların yaratabileceği tehlike, şimdilik ortadan kalkmıştır. Ama ikinci yola başvuranlara, ilk fırsatta, düzenin “demir yumruğu” gösterilmelidir; “çünkü onlar başka dilden anlamayacaklarını (!)” göstermişlerdir.
Bunun örneklerinden biri, 1960’lı yıllarda bir ortaokul öğrencisi G.’dir. Türkçe kompozisyon dersinde, Atatürk-Lenin karşılaştırması yapmış ve her ikisini de uluslarına kurtuluş yolunu gösteren önderler olarak anmıştır. Ama fincancı katırlarını ürkütmüştür. Demirparmaklıklar ardına konulmuş; saçları sıfır numaraya vurdurulmuş ve küçük yaşında ezilmek istenmiştir. Bu örneğe benzeyen olaylar sonra da sürmüştür. Manisa’da 1995 yılında çoğu lise öğrencisi olan 16 gence “yasa dışı örgüt üyesi oldukları” savı ile poliste işkence yapılmıştır. Manisalı gençler davası adıyla anılan, polisler hakkında gençlere işkence yaptıkları gerekçesiyle açılan dava, Türkiye’de insan hakları alanında verilen mücadelenin simgelerinden biri olmuştur. Böylece hem öğretmenleri ve hem de aileleri korkutulmuş; öğrenciler üzerinde, özgün düşünmeme ve bunu dillendirmeme yönünde baskılarını yoğunlaştırmaları sağlanmıştır.
Halbuki düşünce özgürlüğü, yalnızca düşüncesini açıklayanın, beyingücünün gelişmesini sağlamakla kalmaz; toplumsal birikim ve gelişim açısından da kaçınılmazdır. Bundan yoksun bırakılan toplumlar, “ithal” reçetelerle iş görmek zorunda kalırlar. (5)
Basmakalıp, ezbere dayanan, karşıt görüş üretmeyen bir eğitim ortamı, sıradan öğrenciler yetiştirmekle yetinir. Çoktan seçmeli test yöntemleri, tekrarları ve biçimsel algılamaları öne çıkararak; üretkenliği ve yaratıcılığı törpüler.
Hiç kuşkusuz “işlenmeyen beyin”ler üretmeyi amaç edinmiş olan bir eğitim sistemi içerisinde de, aykırı sesler çıkabilmektedir. Bunlar kendilerini öğrenci derneklerinde, gönüllü örgütlerde, miting ya da gösterilerde ifade edebilmektedirler. Düzen yanlıları, onların, beyinlerini, “işleme”, “geliştirme”, “benzerleri ile buluşma” girişimlerini, aşırı güç kullanarak ezmeye çalışmakta; hatta hapishanelere göndererek, yaşamlarını karartmaya çalışmaktadırlar. Bugün hapishanelerde, pankart asmaktan, mitinge katılmaya; slogan atmaktan, konuşmaya kadar, “suç bile sayılamayacak” eylemlerden ötürü gençler, hatta bebekleri ile birlikte genç anneler, özgürlüklerinden yoksun bırakılmaktadırlar.
Özgür üniversite ortamı, yanlızca öğretim üyelerinin ve öğrencilerin düşüncelerini tüm kaygılardan, engelleme ve kısıtlamalardan arınmış olarak dillendirmelerini içermez; aynı zamanda öğrencilerin barınma, beslenme, kitap edinme, burs, eğlenme vb olanaklardan da doyurucu biçimde yararlanmalarını öngörür. Ne yazık ki, üniversitelerimizde, okuyan öğrencilerin bu sorunlarla boğuşmaları ve beyin güçlerini işlemeye fırsat bulamamaları istenmektedir (6) . Bu sorunlarını biraz olsun hafifletmek amacıyla çalışmak zorunda kalan öğrenciler ise, eğitimlerinden ve sağlıklarından, özveride bulunmak zorunda kalmaktadırlar.
Bütün bu engelleri aşarak bir meslek sahibi olan gençler yeni bir korkutma ile karşı karşıya gelmektedirler. O da “işsizlik” sopasıdır (7) . “Kötü sicil”, “torpil”, ”temiz kağıdı”, ”kara liste”, “mülakat”, “sınav sorularında şifre”, “sağlık muayenesi yoluyla eleme” vb uygulamalar, “işleyen beyinleri” değil, başka tercihleri ön plana çıkarmaktadır. Mesleğin gerektirdiği niteliklere sahip olmak, meslekte ilerlemek için çırpınmak “iş bulmak” için yetmemektedir. İş bulsanız da, “iş”te tutunmak için yetmemektedir. İnsanlar, çoklukla, beyin güçlerinin “gizli silah” olarak algılandığını farkettikleri için kendilerini ele vermemeye çalışmaktadırlar.
“İşleyen beyin ışıldar”. Işıldamasın derseniz, işte yukarıdan beri saydığımız yöntemlerle, insanların içine korku salmanız gerekir. Bazen bu da yetmez. İyi ki yetmez. Bu sayede, toplumumuz, ileri doğru atılımlar yapma fırsatı bulur. Beyingücü en çok geliştirecek araç “EYLEM”dir. Düşündüklerini, tasarılarınızı “eylem”e döktüğünüzde, ufkunuz açılır ve taş üstüne taş koymaya başlarsınız. Toplumların yaşamlarında her zaman atılım dönemleri ve böyle “eylemlerin” desteklendiği dönemler olmuştur.
KUTU No.1 |
|||
1920-44 | 1960-70 |
1976-801980 sonrası
- 933 Üniversite Reformu
- KİT’lerin Çırak Okulları
- Köy Enstitüleri
- Halkevleri
- Çocuk Esirgeme Kurumu
- Sağlıkta Sosyalleştirme Yasası
- Grevle desteklenen toplu iş sözleşmesi
- Öğretmen sendikaları
- Türkiye İşçi Partisi
- Üretici SSK
- Ulusal Düzeyde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulu
- Toplumcu belediyecilik
(Kabus dönemi)
Not : Taş üstünde taş kalmışsa, onlar da bu dönemde yıkılmıştır.
KUTU No.2 |
1920-44 |
|
KUTU No.3 |
1960-70 |
|
KUTU No.4 |
1976-80 |
|
SON SÖZ
Ne yazıkki, ülkemizde, “beyingücü mezarlığı” olarak nitelenmesine hak verdirecek ölçüde eylem (proje) mezarlığı vardır. Siz “taş üstüne taş” koymaya çalışırsınız; ülkenin gelişmesinden korkan, “beyingücünün yücelmesini” istemeyen çıkar şebekeleri yaptıklarınızı yıkarlar; “taş üstünde taş” bırakmamaya çalışırlar.
Demek ki, beyinlerini işleyenlere karşı bireysel düzeyde yapılan zulme ek olarak bir de onların yarattıkları eserleri (projeleri) yıkmak biçiminde sosyal düzeyde zulüm vardır. Bu zulümlere kayıtsız kalamayız. Beynimiz çalışıyorsa, yapmamız gerekenler de var demektir.
O zaman önümüzde üç seçenek vardır :
- Beyingöçü yaparak, yabancı ülkelerde uygun koşullarda mesleksel gelişimini sürdürmek,
- “Ayakta kalmaya çalışmak” ve birikimlerini ortaya koymak için yeni bir “rüzgar”ın çıkmasını beklemek,
- “Beyingücünü geliştirmeyi” ve “çoğalma”yı hedeflemek… Sosyal, ekonomik ve siyasal düzeydeki mücadele araçlarının zincirlemesine örgütlenmesiyle bütünleştirmek ve kendi rüzgarını yaratmak.
Birinci yolu izleyerek, kendinizi kurtarmayı deneyebilirsiniz. İkinci yolu izleyerek, dar alanda, geçici ve yol gösterici başarılar kazanabilir; ama bunun sürdürülebilirliğini sağlayamazsınız. Üçüncüsünde ise, “beyingücü mezarlığı”nı tarihe gömebilirsiniz.
Bütün olumsuzluklara karşın, “yıkılmadık ayaktayız” diyebilmek büyük bir mutluluk. İyi ki, sizler varsınız, bizler varız ve birlikteyiz. Henüz mezara gönderilmemiş güçlerimizle, toplumumuzu “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaştırmak için üçüncü yolu izleyerek mücadeleyi sürdüreceğiz.
KAYNAKÇA :
(1) Erdal Atabek : “Stefan Zweig’in Suçu Neydi?”, Cumhuriyet Gazetesi 26 Mart 2012
(2) Rengin Gökmen : “Kanal A” televizyonunda yapılan bir söyleşiden, Aralık 2011.
(3) İsmail Göldaş : İstanbul İlkokul Öğretmenlerinin Grevi (1920), Nisan 1984. İstanbul.
(4) Yıldırım Koç: TÖS, Anti-emperyalist Ulusalcı Emekten Yana Örgüt, Ulusal Eğitim Derneği Yayını, Aralık 2006 Ankara.
(5) A.Gürhan Fişek : “Düşünce özgürlüğünün Kişisel Olmayan Yanı” Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 60 Ocak Şubat 2002
(6) A.Gürhan Fişek : “Üniversite Öğrencilerinin Yaşama ve Öğrenim Koşulları” Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 116 Mayıs Haziran 2011.
(7) A.Gürhan Fişek : Gençliğe Yönelik Bir Şiddet Türü : İşsizlik, “Şiddete Karşı Düşünce Ortamı” içinde, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Ankara 2008.
(8) Hakan Acar : Cumhuriyet’in Çocuk Refahı Politikasını Yapılandıran Bir Sivil Toplum Örgütü : Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını – Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Kasım 2005 Ankara.
(9) www.balıkesir.edu.tr
(10) A.Gürhan Fişek, C.Umut Çiner : 1933 Üniversite Reformu, Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Yayını 2012.
(11) Feyzullah Ertuğrul : “Köy Enstitüleri, Kemalizm, Sosyalizm”, EMEK Dergisi, Sayı : 4, Eylül 1970.
(12) Taner Akpınar : Çocuk Emeği Sorununa Çağdaş Bir Yaklaşım : KİT’lerin Çırak Okulları (1938-1986), Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını – Cumhuriyetin Anıt Kurumları Dizisi, Mart 2006 Ankara.
(13) Sınai Müesseselerde ve Maden Ocaklarında Mesleki Kurslar Açılmasına Dair Kanun (17.06.1938 tarih 3457 sayılı)
(14) Nusret H.Fişek : Halk Sağlığına Giriş, Hacettepe Üniversitesi- Dünya Sağlık Örgütü Hizmet Araştırma ve Araştırıcı Yetiştirme Merkezi Yayını No.2, Ankara 1983.
(15) Memurların Sendikalaşması, İnsan Hakları Dergisi
(16) Behice Boran : Onuncu Yılı Tamamlarken, EMEK Dergisi, Sayı : 9 Şubat 1971.
(17) A.Gürhan Fişek ve ark. : SSK Tarihi (1946-1996) , SSK Yayını Kasım 1997.
(18) A.Gürhan Fişek : “Hedef : Ulusal Düzeyde İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurulu”, Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 15, Temmuz Ağustos 1994.
(19) 8.Beş Yıllık Kalkınma Planı İşgücü Piyasası (Çalışma Yaşamı) Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayını No.2643 – ÖİK No.651 Ankara 2001
(20) “Ulusal Düzeyde İş Sağlığı Güvenliği Kurumu” , Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 93 Temmuz- Ağustos 2007 s.21
(21) Ankara Belediyesi Başkanlık Uzmanları : Toplumcu Belediye, Ankara Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayını, Mayıs 1977.
İlk Yayın : Beyin Gücü Mezarlığı : Türkiye, “İşleyen Beyin Işıldar”, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Mayıs 2012