Düşünce Özgürlüğünün “Kişisel” Olmayan Yönü

İnandığını söyleyebilmek, paylaşabilmek, çoğalabilmek kişiyi ilgilendiren bir sorun mudur? Öyle midir ki, “kişisel hak ve özgürlükler” arasında sayılır? Konuşmazsa, düşüncelerini söylemezse ne kaybeder?

Kişi bir kaybederse, toplum beş kaybeder. Onun için bunu “kişisel haklar” ya da “yurttaşlık hakları” sorunu olarak değil, sosyal politika sorunu olarak görmek gerekmektedir.

Ülkemizin yakın tarihinde göreceli olarak düşünce özgürlüğünün egemen olduğu 1960-70 dönemi, yalnızca “kişisel hak ve özgürlükler” alanında değil,sosyal politika alanında en zengin kazanımların elde edildiği ve deneyimlerin yaşandığı dönemdir.

Türkiye, 1960’lı yıllarda, sorunlarını aşabilecek güçteydi. Getirilen Anayasa ile sunulan “düşünce özgürlüğü ortamı”, insanları üretken kılıyor ve bu üretken düşünceler, sosyal devlet uygulamalarına yansıyordu. Bu toplumcu uygulamalardan güç alan düşünce, yeniden toplum için üretiliyor ve sorunlara çözümler getirilmeye çalışılıyordu. İşçisinden teknik elemanına, öğretmeninden polisine kadar örgütlenmeler, “bu düşünce özgürlüğü ortamı”nı zenginleştiriyordu. Tüm bu örgütlenmeler, sosyal devletin daha da güçlenmesi için çırpınıyordu.

1970 sonrası dönem tüm bu kazanımların geri alınması savaşımına tanıklık etmiştir. Kapitalizmin sıkıştığı-sertleştiği ve “küreselleşme” söylemini ortaya koymaya başladığı dönemle, ülkemizdeki strateji değişikliğinin çakışması rastlantı değildir.

1970-80 arası gel-gitler, “kişi ve toplum karşıtı” ana çizgiyi değiştirememiştir. O kadar ki, toplumun ve kurumların yeniden yapılanmasına olanak verecek öneriler (düşünce ürünleri) sürekli gözardı edilmiş; kamu kuruluşlarında sürgün ve kıyım stratejileriyle “kişi ve toplum” yandaşı politikalar izlemek isteyen kamu görevlileri ve sosyal gruplar ayıklanmıştır.

1970 sonrası ile 1980 sonrası iki dönem arasındaki temel fark, ikincisinin çok daha bilinçli, deneyimli olarak ve ustaca sosyal uyanış ve örgütlenişi söndürmesidir. Kişiler arasına ekilen düşmanlıklar ve güvensizlikler, kurumlara güvensizlik ve “dayanışmanın da çözüm getirmediği”nin sık sık “zor”la kanıtlanması bu stratejiyi pekiştirmiştir.

Bu çerçevede kişinin düşünce özgür olsa neye yarar ?!. Esas olan düşünce özgürlüğünü, kişisel eylem olmaktan çıkarıp, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok gibi Donkişotları insan-ordusuna dönüştürebilmektir. Yoksa bugünkü koşullarımızda, düşünce özgürlüğü, yalnızca bir fantezidir.

“Ekonomik gelişmenin, sosyal gelişmenin ardından kaldığı” söylemi, 12 Mart 1971 Muhtırasının düşünsel temelini açıklayarak, düşünce özgürlüğünü bir lüks olarak görüyordu. 1970’den 2000’e toplumun getirildiği noktada, düşünce, küçücük beyinlerden öteye geçemeyecek ölçüde hapsedilmiştir.

Bunun en önemli kanıtlarından biri 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki temel uyuşmazlıktır. İlki, toplumun önünü açmıştır; düşüncelerin paylaşılmasından, örgütlenmenin yaygınlaşmasından korkmamıştır. Bunun önemini de toplumun “ekmek, iş, güvence” yönünden canlı bir dönemini yaşatarak kanıtlamıştır.

1970 sonrası başlayan Anayasa değişiklikleri ve “kolunu kanadını kırma”, tüm bu ekonomik ve sosyal kazanımları hedeflemiştir. Yani hedefte “birey” değil, “toplum” vardır.

Yıllardır 12 Eylül rejimine karşı olduklarını, bu Anayasa’nın sosyal gelişmeyi bir cendere gibi sardığını söyleyenlerin hala 1982 Anayasası’nı değiştirmeye yanaşmamış olmaları anlamlıdır. Çünkü “düşünce kısırlığı”na itilen, “kendi söküğünü dikemeylerin ülkesi”, ülkemizin, 1970 sonrası stratejisine en uygun çerçeve, 1982 Anayasası’dır.

“Düşüncesini açıklamayan”, dolayısıyla “düşünmemeye başlayan” bireylerden oluşan toplumlar, “ithal düşüncelere” muhtaç olurlar. Dolayısıyla düşünmemiş olmaktan ötürü, bireylerin tek tek kayıplarını kendileri belki farkeder, belki farketmezler. Ama toplumun kaybettiği özgürlüğüdür. “Düşüncesini” özgürleştiremeyen toplum, bunu gerçekleştirmiş toplumun çözümlerini kopya etmekle ya da o toplumların reçeteleri ile hareket etmek zorunda kalır.

Düşündüğümüzü söylediğimizde nasıl bir etki ortaya çıkardı?! 1970’lerden bu yana, sosyal dönüşümler getirebilecek sayısız düşünce, Türkiye’yi “yoksullaştırma ve yoksunlaştırma” stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirilmedi. Uzmanların sözlerine kulak tıkamak, önerileri ısrarla kulak ardı etmek ve işinin ustalarını işten uzaklaştırmak için sanki tüm hükümetler işbirliği içerisindedir. Yitirilen on yıllar, sosyal devletin aküsünü boşaltmıştır; ama bundan kazançlı çıkan bazı çevreler olmuştur.

Bu oyun, tüm kamu kuruluşlarında yaşanmıştır. Hepsinde aynı olan, düşünenlerin, düşüncelerinin “beş para etmediğini” onlara döve döve anlatmak; yakın çevrelerine onların yazgısını bir “ibret” olarak sunmak ve ülkeyi uçuruma götüren eylemlerini sürdürmek…

Düşünce özgürlüğü, ülkeyi uçuruma götürmekten alıkoyabiliyorsa, özgürlüktür; özgür düşünce herkesçe paylaşılabileceği bir ortamda ortaya çıkabiliyorsa özgürlüktür; yoksa bir fantezidir; toplumsal bir isteme dönüşmez. Toplum önce ekmek ister, iş ister, güvence ister; ama bütün bunların düşünce-eylem özgürlüğü ile bağını düşünmez. Çünkü tüm strateji bu bağın kurulmaması üzerine yapılandırılmıştır.

Düşünce özgürlüğünü, bireysel bir hak olduğu için değil, toplumun önünü açacağı, sosyo-ekonomik gelişmeye hız vereceği için istemeliyiz. Herşeyi birlikte yapmanın, paylaşmanın ve gözünü daha ileri gelişme basamaklarına dikmenin ve çağdaşlaşmanın bir aracı olarak görelim.

Düşünce özgürlüğü istiyorsak, bunu “kendimiz”e değil, “toplum”a gerekli olduğu için isteyelim.

İlk Yayın : “Düşünce Özgürlüğünün Kişisel Olmayan Yönü” – Çalışma Ortamı Dergisi – Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Ocak-Şubat 2002, Sayı 60.