Çalışma Yaşamında Sivil Toplum Sözleşmesi1

Birbirinden çok farklı çıkarları temsil eden, farklı meslek gruplarını biraraya getiren ya da kendine bir özgörev (misyon) edinmiş hükümet dışı kuruluşların, eylemde ortak noktaları var mı? Evet eylem içinde sayısız ortak nokta bulunabilir.

Bunun en yakın örneklerinden birini, sivil insiyatif adı altında TOBB, TESK, TİSK, Türk-İş, DİSK ve bir süre HAK-İŞ vermişti.Özellikle 28 Şubat’a doğru giden Türkiye’yi karanlığa götürecek bir süreçte, önemli bir işlev gördü. Baskı ve yönlendirmeyi içeren bu işlev, o günkü ve ondan sonraki hükümet olacakları ürküttü.

Bir başka örnek, sosyal güvenlik reformları ve bunun kapsamında emeklilik yaşı ile ilgili olarak yaşandı. İşçi ve işveren sendikaları konfederasyonlarının yeraldığı çalışma grubu, adım atılması son derece zor bir konuda uzlaşmaya vardı. SSK’nın, yalnızca onların primleri ile beslendiği ve SSK Yönetim Kurulu’nda da temsilci bulundurdukları düşünülürse, bir reform taslağı hazırlamaya öncelikle onları hakkı olduğu da kolayca anlaşılır. Ama yasa koyucu TBMM onların hazırlıkları ile hiç bir ilgisi olmayan ve Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı uzmanlarınca hazırlandığı öne sürülen bir taslağı görüşerek yasalaştırdı. Bu yasanın Anayasa Mahkemesi’nden döndüğü anımsanırsa, sivil toplum uzlaşmalarının tersine davranışların, hukuk sistemi ile de çatıştığı anlaşılır. Bu da doğaldır.

Sivil toplum arasındaki uzlaşmalar, özlemlerin, beklentilerin ve ülkenin (ve dünyanın) yarınına ilişkin düşlerin yol haritalarını çizer; çağdaş uygarlık düzeyiyle, çağdaş değerlerle uyumu içerir.

Sivil toplum kuruluşlarının uzlaştığı konuların başında insan hakları ve Avrupa Birliği ölçütleri gelmektedir. İnsanların gönüllerini koydukları örgütlerin, insanların haklarını savunmaması olanaklı mı? İnsan haklarını savunmayan sivil toplum kuruluşlarının uzun süre ayakta kalabilmesi olanaklı mı?

Yaşama, beslenme, barınma vb insanın, en temel hakları arasında yeralır. Ama insanın temel gereksinmelerini karşılayabilmesi ve toplum yaşamında bir konum kazanması çalışması gerekir. Onun için çalışma hakkı da temel insan haklarından sayılmaktadır. Çalışma hakkının en iyi gerçekleştirilebildiği ortam TAM İSTİHDAM dönemleridir. İşin, çalışmak isteyene yeterli olduğu bu dönemde ne işinden olma kaygısı vardır; ne de işsizlik bir sorundur.

Tam istihdamın sağlanması, sivil toplum kuruluşlarının öncelikli hedefi ve aynı zamanda katkıda bulunabilecekleri bir süreçtir. Yeni iş alanlarının açılması için modeller ortaya koymaktan, kendisi istihdam alanı olmaya kadar çeşitli roller alabilirler. Çalışma sürelerine ve yıllık izinlere uyularak çalıştırmayı izleyerek istihdamın daraltılmasının önüne geçerek vb bu yüce amaca hizmet edebilirler.

Bugün bir çok gelişmiş ülkede de, ülkemizde de tam istihdamdan sözetmeye olanak yoktur. Özetle de dünyada işsiz kalanlar ve işsiz kalmaktan korkanlar çoktur. İş güvencesi ve işsizlik sigortası kavramlarının çıkışının ve çalışan kesimlerce, onlara yüklenen yaşamsal önem saydığımız nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Sınırlı olanakları olan iş piyasasında yer bulanlar, işini yitirmek istemez. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Kişi “çalışma hakkı” dediğimiz en doğal hakkının gerektirdiği işi elde etmiştir; bunu korumak ve “haksız” yere de işinden olmak istememektedir. Kendisini güçsüz ve tekbaşına hisseder; benzer konumdakilerle dayanışmak ister (sendikalaşma). Sendikalaştığı için de işinden olmak istemez.

Bugün tartışılan İş Güvencesi Yasa Tasarısı, çalışanların korkularını ve kaygılarını gidermeye yöneliktir. Bu korku ve kaygıların tümünü gideremeyecek olan, ama en azından, sorgulamaya olanak verecek bir zemin oluşturabilen hükümler içermektedir. Tıpkı, daha önce çıkarılan işsizlik sigortası gibi… İşsizlik sigortası da, özlemlerin tümüne yanıt veremeyen ve sınırlılıkları çok fazla olan bir olanak sunmuştur çalışan kesime.

Ama bu arada unutulan TAM İSTİHDAM olmuştur. Bu unutkanlığa karşın, tam istihdam hedefi, tüm sivil toplum kuruluşlarının, özellikle de 5’li inisiyatifin oybirliği ile ve coşkuyla savaşacağı bir hedeftir. Gerçekten de, işveren örgütleri, krizin başından beri, “reel sektöre destek verilmesini” isteyerek, aslında istihdamın arttırılmasına söylemlerine yer vermektedirler. İşçi sendikaları, toplu işten çıkarmalardan ve işsizler ordusuna yeni eklenen 1,5 milyon kişiden sözederek, istihdam düzeyinin korunmasını ve geliştirilmesini beklemektedirler.

Bugün istihdamın korunması ve geliştirilmesinin önündeki tek engel, ekonomik kriz değildir. Diğer önemli engel, işçi maliyetidir; sigorta primleri, vergiler vb ile kabaran brüt ücretler, işverenleri emek yoğunluğunu azaltmaya itmektedir. Örneğin sigorta primlerinin düşürülmesi ve bunun için “sosyal güvenlik sisteminin, felsefesinin ve araçlarının” yeniden gözden geçirilmesi, sivil toplum kuruluşları (özellikle 5’li insiyatif) için öncelikli ve birlikte hareket edebilecekleri bir eylem alanıdır.

Tam istihdam için atılacak her adım, açılacak her yeni iş kapısı ve alanı, çalışanların çalışma hakkını da, iş güvencesini de, bugününü de yarınını da koruyacaktır. Bir benzetme yaparsak, tam istihdamı, kişilerin hastalıklardan korunmasına; bugünkü haliyle iş güvencesini ise hastaya aspirin vermeye benzetebiliriz (İş güvencesi sistemi daha etkili hala getirilse, bunu da etkili bir tedaviye benzetebiliriz. Ama hastalıktan korunabilme olanağı varsa, insanları önce hasta edip sonra tedaviye kalkışmak ne denli anlamlı ?!).

Buna karşılık, işçi ve işveren örgütlerinde ayrı ayrı korku ve duyarlılıkların bulunduğu iş güvencesi konusunun tüm bu işbirliği olanakları ve hedefler dururken öne çıkarılmış olması, 5’li sivil insiyatifi ikiye bölmüş ve derin bir şekilde yaralamıştır. Demokrasi için en büyük güvence 5’li, 10’lu, 20’li sivil insiyatiflerdir. Toplumun kendi sorunlarına sahip çıkması; bunun için birliktelikler kurması ve sözleşmeler yapmasıdır. Çıkarların ayrışacağı ve uzlaşmaz çelişkilerin ele alınacağı saati de iyi belirlemek gerekir. Ancak böyle bir barışçıl süreçte, karşılıklı korkulara ve duyarlılıklara dikkat ederek, bir başka toplumsal grubu anlamaya çalışarak yürünülebilir.

İş Güvencesi Yasa Tasarısı, işçiler ve işverenler için bir bam telidir. Karşılıklı korkular ve duyarlılıklar vardır. Korku derin bir duygudur ve mantığı siler.1 O zaman korkan insanlardan mantıklı davranmaları beklenemez. Öncelikle korku tünelinin aşılması gerekir.

Türkiye, uzun yıllardır işsizliği yaşamaktadır. Son krizle gelen 2001-2002 dönemi işsizlere 1,5-2 milyon işsiz daha eklemiştir. Üstelik yeni işsizler arasında nitelikli emek ögeleri de azımsanmayacak ölçülerdedir. İşlerinden olmayanlar da, işten atılma korkusunu derinden duymuşlar ve bu korku, onların ücret artışlarından bile vazgeçebilmelerine yol açmıştır. Son beş-on yıllık dönemde, toplu iş sözleşmelerinde (TİS), iş güvencesi istemlerinin, ücret artışlarının önüne geçmesi, bu korku ve duyarlılığın en önemli kanıtıdır.

Sınırlı kapsamlı birer sivil toplum sözleşmesi olan TİS’ler, “istihdamın sağlanmış olduğu çalışma ortamlarında”, karşılıklı uzlaşmalarla, iş güvencesinin de elde edilebileceğini göstermektedir (Eğer bu sözleşmeleri genelleştirmek istiyorsak, yine gözümüzü tam istihdama dikmemiz gerekir).

İşverenlere gelince… İşlerinin bir gelecek güvencesi yoktur. Riskleri minimize etmek ve geniş alana dağıtmak olanakları vardır. Ama kendi ellerinde olmayan piyasa koşulları ve devlet müdahaleleri, her şeyi tersine çevirebilmektedir. İşçi sendikaları ile olan deneyimleri de özellikle bireysel uygulamalarda, öznel (subjektif) ve yanlı müdahale örnekleri içermektedir. TİS gereği işyerlerinde kurulan disiplin komitelerinde böylesi örnekler az değildir.

İş Güvencesi Yasası gereğince, işten çıkarılan bir işçinin “haksız” işten çıkarıldığı iddiası ile mahkemeye gitme yolunu sıklıkla seçeceğini söylemek bir kehanet olmayacaktır. İnsan doğası, kendini haklı görmek için üretkendir; hele bu “iş” gibi yaşamsal bir konu olursa… Yargı süreçleri, hem ülkemizde ve hem de dünyada, işverenlerin çoğunlukla kaybettikleri alandır. Bunda iş hukukunun, ekonomik yönden güçlü olan işveren karşısında, ekonomik yönden zayıf olan işçiyi koruma kaygısının da önemli payı olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla, “haklı olduğuna inansa da”, işveren için, her işçi çıkarma, bu olası tazminat yükleri eklendiğinde, yüksek maliyetlere yol açma riskini (ya da korkusunu) beraberinde getirecektir.

Bir başka korku da, çalışmaktan hazzetmeyen işçinin çalıştırılmasında önemli zorluklarla karşılaşılması korkusu ve bunun “yönetim ve işletme” yetkisinin kullanılmasında zorluklar yaratabileceği kaygısıdır.

Öte yandan, işçi çıkarmada haklı olmayı gerektirecek, yakın takip ve sürekli uyarılarla desteklenen dokümantasyon sistemi, işletmede gerginliği de arttıracaktır. Yeni servislerin kurulmasına yol açacaktır. Bu da maliyetleri yükseltecektir.

Bütün bunlar, sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmesi için varolan uzlaşının yerine (tam istihdam), uzlaşmazlığın (iş güvencesi) öne çıkarılmasının zamansız olduğunu ortaya koymaktadır.

İş Güvencesi Yasası’nın oldukça kısıtlı ve çağdaş ölçütlerin de gerisinde bir düzenleme olduğu bilindiğine göre, varolan ve daha da keskinleşen uzlaşmazlığın, bu sürecin gelişimini derinden etkileyeceği açıktır. Zamansız olan bu girişimin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından başlatılması da, devletin, sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri etkileyebildiğinin en açık kanıtıdır. “Kendi memuruna, güçlü iş güvenceleri ama düşük ücretler veren devletin”, finansal risk taşımayan kamu görevlilerinin, konunun tarafları ile empati kurması çok zordur.

“Zamansız” olarak nitelediğimiz bu girişimin “tam zamanı”, sivil toplum kesimlerinin uzlaşabildiği ve iş yaşamındaki ekonomik sosyal gelişmeleri, kendi aralarında bir sözleşmeye bağlayabildikleri andır. Devletin gölge etmediği ve daha geniş bir çerçeveye ve nüfusa oturtulan uygulamalar için “zaman” geç değildir. Çalışma yaşamının temel direkleri olan sivil toplum kuruluşlarından önümüze bir toplumsal belge koymalarını bekleyelim.

İlk Yayın : “Çalışma Yaşamında Sivil Toplum Sözleşmesi”, Çalışma Ortamı dergisi Temmuz Ağustos 2002, Sayı 63


 

1:Bu yazı, NTV’de “Güne Bakış” programında yapılan konuşmadan geliştirilerek yazılmıştır. Katkılarından ötürü, programcısı Banu Güven’e teşekkür ederiz.

2:Prof.Dr.İlber Ortaylı : “Kültür ve Tarih” adlı söyleşisinden (7 Şubat 2002) Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Vakfı Perşembe Söyleşileri (CD kaydı).