Bir Danışıklı Döğüş : Beyin Göçü
Tüm insan hakları belgelerine baktığımız zaman “eğitim”i bir hak olarak tanımladığını görmekteyiz. Aynı şekilde bu belgeler, “zorunlu ilköğretim”i de devlete bir görev olarak yüklemektedir. Bu bir çok yönden doğrudur. Çünkü eğitim, kendini tanımanın, dünyayı tanımanın ve dünya nimetlerine ulaşmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Ama insanların yaşadıkları ekonomik düzen o denli belirleyici ki, bu en doğal insan hakkının da, ekonomik olarak güçlü kesimlerin çıkarına işletildiğine de üzülerek tanık olmaktayız. Bugün dünyada yalnızca ekonomik düzeyde değil, giderek sosyal ve kültürel düzeyleri de kapsayacak biçimde, egemen olan bir çevre var. Bu çevreye, küresel egemen güçler demek, küreselleşmeyi de anlamaya başlamanın ilk adımıdır.
“Küre” insanın beyninde, herkesin eşit olduğu bir dünya izlenimini uyandırıyor. Ama ne yazıkki, burada “küre” tam da matematikte tanımlandığı gibi düşünülmüş : “Merkeze eşit noktadan oluşan …” . Yani küresel egemenler merkezde, hepimiz çevrede. Onlar kendilerini herkese eşit uzaklıkta ve kolay ulaşabilir görüyorlar; bizimse birbirimize ulaşmamız için herhangi bir kolaylık yok.
Gerçekten de, küreselleşme, çevrede varolan ya da üretilen zenginliklerin merkezde toplanmasını öngörüyor. Aslında onu küreselleşme değil, yamuklaşma olarak nitelemek pek de yanlış olmayacaktır. Bilgi çağı olarak nitelenen çağımızda ise, en büyük zenginlik “akıl”dır, “beyin gücü”dür. Dolayısıyla küresel egemen çevrelerin, “beyin”lerin de “çevre” ülkelerde harcanmasına göz yumması beklenemez. İşte Türkçede “beyin göçü” denilen, ama ingilizcesinde “beyin hortumlaması” olarak nitelenen bu olgu, küreselleşmenin de yakıtı (1).
Beyin göçünü, hem göç-veren ülke istiyor, hem göç-alan ülke…. Burada üzülen ve ezilen göçedenin ailesi ve kendisi. Onların çektiklerini hiç kimse hesaba katmıyor. Hiç kimse onların sorunlarını çözmek için el uzatmıyor; yalnızca sonuçları ile ilgileniliyor.
Göç-veren ülkelerin (ve Türkiye’nin) eğitim sistemi, baştan tırnağa, küreselleşmeye hizmet edecek biçimde düzenleniyor. Bu süreci, köy enstitülerinin ve KİT’lerin çırak okullarının kapatılmasına kadar götürmek gerekiyor. Bu Türkiye’nin ikinci dünya savaşı sonrası, bir büyüğün koruyuculuğu altına girme biçimindeki seçimiyle başlamıştır. Amerikan yardımları, NATO üyeliği, Kore Savaşı’na katılma, IMF kurucu üyeliği ve son olarak da gümrük birliği anlaşmaları ve Avrupa Birliği üyelik görüşmeleri … Bunların hepsi, “sürüden ayrılan kurt kapar” örneği, sürü psikolojisi ile çizilen bir politikanın tamamlayıcıları.
Eğitim sistemimizin, sağlık sistemimizin de bu süreçten payını almamasına olanak yok. Bu dönemde ulusal eğitim ve ulusal sağlık sistemlerinin kurulabilmesi için atılan adımlar yok değil. Ama çok kısa zamanda, egemen güçler, bunların yönünü yeniden, gelişmiş ülkelerin oluşmasını istedikleri rotaya çevirmişlerdir. Bunun en somut örneği, 1961 yılından beri “sağlıkta sosyalleştirme”nin uygulanmaması için ilaç tekellerinin ve özel hastanelerin (başlangıçta özel doktorlar, yarın yabancı hastane tekelleri) gösterdikleri büyük gayret. 48
yıldır ancak sistemi bozmayı başarabildiler; tümüyle yeryüzünden silemediler.
Sağlık örneğini sürdürelim. Neden? Çünkü insanın yaşama hakkını ilgilendiren ve doğrudan doğruya canıyla ilgili bir konu. Türkiye’de, sağlık insangücü yetiştiren kurumlardan, yalnızca tıp fakültelerine büyük önem veriliyor ve yatırımlar yapılıyor; buna karşın, sağlık mesleklerinden hemşireler, ebeler, tıbbi teknisyenler vb için açılan okul sayısı yetersiz. Türkiye’de yeterince hekim olmasına, hekim işsizliği başlamış olmasına karşın yeni yeni tıp fakülteleri açılıyor; buna karşın diğer sağlık personelinde yetersizlik olduğu halde, bu açığın kapatılması için yeni yeni okullar açılmıyor. Neden? Çünkü, gelişmiş ülkelerin “sağlık memuru, ebe, tıbbi teknisyen” gereksinmesi yok. Buna karşın, öteden beri, yetiştirdiğimiz hekimlerin en yeteneklerinin almak gibi bir emelleri var. Bu hain emellerine de hep ulaşmışlar.
Türkiye’de beyin göçü üzerine yapılan ilk büyük araştırmanın, 1963 yılında, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından, hekimler üzerinde yapılmış olması hiç de rastlantı değil (2). Türk Tabipleri Birliği de, 2008 yılında bu konuyu bir dosya haline getirerek Toplum ve Hekim dergisinin (3), bir sayısını bu konuya ayırması da öyle. 1963’te de, bugün de bu kan kaybı sürüyor.
Sağlık alanında, gelişmiş ülkelerin (küresel egemen çevrelerin) beklentisi iki türlüdür: Birincisi, kazanç sağlamak; ikincisi, bu alanda çalışacak beyin güçlerini kendisinde toplamak. Her ikisi de ulusal zenginliktir. Küreselleşmenin, genel mantığına uygun olarak, tüm zenginlikler merkezde toplanmakta, külfetler çevreye yüklenmektedir.
Bizim gibi küreselleşmenin çevre ülkelerine yüklenen külfet nedir? Olabildiğince geniş bir zorunlu eğitim temelinde, en akıllıları ve yeteneklileri seçmek ve onları yarışa sokarak, bir kaymak tabakası oluşturmak; o kaymağı da küreselleşmenin merkez ülkelerine yedirmek… Böylece, ana okulundan üniversiteye kadar, tüm eğitim sistemi tek bir amaca göre programlanmakta; yapılan tüm yatırımlar da bu uğurda harcanmaktadır.
Bu kez tıp eğitim sisteminden bir örnek… Tıp eğitimi, en seçkin hekimleri yetiştirmeye göre planlanmıştır. Burada ülkenin gereksinmesi değil, egemen çevrelerin çıkarları hesaba katılmaktadır. Tüm sistem en seçkin doktoru yetiştirmek ve onları da hastanelerde, araştırma enstitülerinde çalıştırmaya yönelik olarak kurgulandığı için; üniversiteyi bitiren doktorlar, eğitimlerinin henüz bitmediğine bu kez TUS sınavını kazanarak daha ileri uzmanlıklar almaları gerektiğini, saplantı haline getirmektedirler.
Çünkü, tıp fakültesinden yeni mezun olan gençlerin, sağlık ocaklarında koruyucu hekimlik çalışmaları yürütecek mesleki donanımları çok sınırlıdır. Buna karşın, ABD’nin en gelişmiş hastanelerine ve üniversitelerine uyum sağlamakta zorlanmıyorlar.
Hemen mezuniyet sonrası yurt-dışından kapışılan tıp mezunlarının kaymak tabakası, eğitimlerini yurt dışında sürdürmekte ve kariyer basamaklarını tırmanmakta… Buna karşın Türkiye’de kalan hekimler ise, sürekli tıp eğitiminde yoksunlukla iç içe. Mezuniyet sonrası sürekli eğitimlerinde en baskın rolü, ilaç firmalarının propagandistleri tutmaktadır. Böylece koruyucu hekimlik ikinci plana itilmektedir. Kişilerin hastalıklarının önlenmesi yerine; önce hastalanmaları beklenmekte ondan sonra da tedavi edilmek için büyük kaynaklar ve işgücü harcanmaktadır. Bu çağda, bu ilkel düşünce, ancak “çıkar” hesaplarıyla açıklanabilir.
Gelelim, tıp alanında ulusal ölçekte yürütülen araştırmalara… Bu araştırmalar da, başta kaynak yetersizliği, sonra da hizmet felsefesi gereği, yabancı finansörlerden, ya tek başına, ama çoğunlukla da, çok-ülkeli araştırmalarla yürütülmektedir. İlaç tekellerinin, kendi ilaçları ile ilgili insan deneylerini, gelişmekte ülkeler üzerinde yaptırmaları; kongre ve benzeri gezilerle hekimleri kendilerine bağlayarak onların mezuniyet sonrası eğitimlerini yönlendirdikleri de unutulmamalıdır.
Türkiye’de yapılan sekiz araştırmada, genç beyinleri, yurt dışına gitmeye iten nedenler arasında, “iş doyumsuzluğu ve mesleksel gelişme” ögesinin önde gelen bir yer tuttuğu görülmektedir (4).
Görüldüğü gibi, beyingöçü olarak tanımladığımız üstün nitelikli işgücü göçü, birbirinden farklı görünümlerde ortaya çıkabilmektedir. Bedenin yurt içinde ya da yurt dışında olmasının farketmediği durumlar da yukarıda sayılmıştır; akıllar dışarıda kalmakta ve yurt dışındaki üretimlerin bir parçası olunmaktadır.
Hiç kuşkusuz, beyin göçünün, az gelişmiş ülkeler için de olumlu yanları vardır. Ancak bunu arayıp bulmakta daha çok güçlük çekmekteyiz. Buna karşın, beyin göçünün, gelişmiş ülkeler için olumlulukları saymakla bitmez. Üstelik de, işleri bittiği zaman, yabancılardan kurtulması da kolaydır.
Göç-veren (KÖK) ülke açısından beyin göçünün olumlu ve olumsuz yanları şöyle sıralanabilir :
- OLUMLULUKLAR
- Göçeden beyinlerin kendilerini geliştirme olanaklarıyla kazanımları sayesinde dünya bilim ve teknoloji dünyasına katkıda bulunularak ülkenin imajı yükseltilmekte,
- Bilimsel ve teknik alanda hiçbir zaman ülke olanakları ile ulaşılamayacak bilgi-deneyime kestirme yoldan ulaşılmakta (eğer dönerlerse),
- Göçeden beyinlere ülkelerine döndüklerinde, çalışma ve yaşama alanlarında dinamizm ve yenileşme yaratmakta (eğer dönerlerse).
- OLUMSUZLUKLAR
- Beyin gücü yitirilmekte
- Büyük ekonomik kayıplara uğranılmakta
- Beyin göçü desteği almak zorunda kalarak ulusal politikaları zedelenmekte
- Göçedenlerden cesaret ve örnek alanlarla göç eğilimi artmakta
- Yaratıcılık, yeni iş alanlarının oluşturulması konusunda geri sıralara düşmekte
- Uzman açığını yabancı ülkelerin 8.sınıf uzmanları ile çözme eğilimine girmekte
- Özgüven eksikliği ve toplumca sosyal-kültürel gelişmekte eksiklikler çıkmakta
- Toplum en dinamik kesimini yitirmekte.
Göç-alan ülke açısından beyin göçünün olumlu ve olumsuz yanları şöyle sıralanabilir :
- OLUMLULUKLAR
- Sürekli bir akış içerisinde genç ve seçme beyinleri çalıştırma olanağı bulmakta
- Bilim ve teknoloji şampiyonluğunu korumada olabildiğince bu dinamizmden yararlanmakta (eşit koşullarda yapılmayan bir yarışta şampiyon oluyor)
- Gelişmekte olan (göçveren) ülkelerin sınırlı beyin gücünü ithal ederek, onları daha da göçalan ülkelere bağlı kılmakta
- Çok geniş bir tabanı kapsayan “beyin” seçme ve eğitme sürecindeki büyük maliyetlerden kurtulmakta
Siyasallaşma olasılığı olmayan ve her an sınır dışı etme yolları açık bulunan insan gruplarına bilimsel ve teknik çalışmaların yükünü aktarmak - Çok-kültürlü yapılar oluşturarak üretimi nicelik ve nitelik olarak zenginleştirmek,
- Etnik ve dinsel farklılıklar nedeniyle grupları birbirine karşı uyararak ülkeyi yönetme kolaylıkları elde etmek.
- OLUMSUZLUKLAR
- Göçeden beyinler ve ailesi, göçalan ülkenin sosyal giderleri içerisinde bir yük oluşturmakta,
- Farklı kültürlere bölünmüş toplumlarda, iç çatışma kaynağı çıkmakta.
- Göçle gelen beyinlerin edindikleri bilim ve teknoloji yükü ile en kısa zamanda ülkesine dönmesiyle ekonomik kayıp oluşmakta (5).
Burada daha da önemli olan ve anlaşılması zor olan, az gelişmiş ülkelerin (yani göç-veren ülkelerin), bu seçkin ve nitelikli işgücünden neden kurtulmak istediğidir? Diğer bir deyimle beyingöçüne neden insanları zorladığıdır?
Atatürk’ün Cumhuriyet’i savunacağını sandığı gençler, bilinçli olarak yurt dışına sürgüne gönderilmektedirler. Bu hem acı ve hem de utanç vericidir. Ülkede her alanda varolan anlamsız engelleri, inanılmaz kısır döngüleri ve yap-boz taktiklerini sürdürebilmek için, bilim ve teknoloji ortamımız da kısır tutulmaya çalışılmaktadır. Gelişmenin motoru olabilecek konumdaki, bu beyinlerin, baskı grubu oluşturmasından korkulmaktadır. Onların, suyun başına geçmesinden, ülkenin engellenemeyecek biçimde ileri atılmasına yol açmasından korkulmaktadır.
Bu aynı zamanda bizim beyin göçü konusunda yapmamız gerekene de ışık tutmaktadır. O halde, kendi beyin gücümüzü elden kaçırmamaya çalışacağız. Yurt dışına çıksalar bile, en geç 5 yıl içerisinde geri dönüşlerini sağlayacağız. Ve bilim-teknolojiyi baş tacı yapıp, ülkenin ileri gitmesi için, kısır politikalara değil, bilim ve tekniğin kılavuzluğuna güveneceğiz. Ülkedeki üretim ve yönetim çıkmazlarını aşmak ve bir dönüşümü gerçekleştirmek için, ülkedeki ve ülke dışındaki beyin gücünü bir bütün olarak görüp; göreve çağıracağız.
“Eğitime Bakış” (üç aylık dergi)- 13. sayısı
( ozlem@fisek.org.tr; hidiryildirim@egitimbirsen.org.tr )
KAYNAKLAR :
(1) Fişek A.G. : Küreselleşmenin Yakıtı Beyin Göçü, Çalışma Ortamı Dergisi, Temmuz-Ağustos 2005 Sayı : 81
(2) SSYB/Hıfzıssıhha Okulu – John Hopkins/Halk Sağlığı Okulu : Türkiye’de Sağlık Alanında İnsangücü araştırması, Bulgular-Ön Rapor Ankara 1963.
(3) Toplum ve Hekim Dergisi, Türk Tabipleri Birliği Yayını, Mayıs Haziran 2008, Cilt : 23 Sayı: 3.
(4) Gökbayrak Ş. : Gelişmekte Olan Ülkelerden Gelişmiş Ülkelere Nitelik İşgücü Göçü ve Politikalar Türk Mühendislerin “Beyin Göçü” Üzerine Bir İnceleme, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara 2006 s.283 ve s. xvi.
(5) Fişek A.G. : Beyin Göçünden Beyin Gücüne (Panel Konuşması), Eskişehir, 6 Aralık 2003.
İlk Yayın : “Bir Danışıklı Döğüş : Beyin Göçü”- Eğitim Bakış (Eğitim-Bir Sen Dergisi) Kasım Aralık 2008 Sayı: 13.