Çelişki : Ne Zaman Çocuk, Ne Zaman Değil, Belli Değil…

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca Ostim’deki bir eğitim merkezinde çıraklara yönelik düzenlenen bir seminer + tiyatro gösterisinde, çalışan çocuklarla söyleşiyoruz.

Değişik ve “en az” düzeyde disiplinli bir ortamda çocukların rahatlığı ve özgürlüğü, taşkınlığa varmadan kullanmaları ne güzel… Bu dersin, aktif bir yöntemle yapılmasına olanak verdiği gibi, umut da veriyor. Onların bildikleri çoğu konuyu, geçen yüzyılda, insanlar bilmiyordu. Buna karşın, hala geçen yüzyıldan kalma sağlık sigortası sisteminin ve iş güvenliği politikasının egemen olması ne acı… Bir çelişki bu.

Çıraklarla söyleşiye bir soyula giriyoruz:
– Kimler bu seçimlerde oy kullandı ?
(Sessizlik) Sonra bir iki kişiden yanıt geliyor :
– Ama biz küçüğüz . Yaşımız tutmuyor.
– İçinizde dernek kuran, derneğe giren var mı?
– Ama biz küçüğüz. Yaşımız tutmuyor.
– 18 yaşından küçüklerin ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasak.
– E, biz niye çalışıyoruz o zaman ?!

Bir çelişki daha.Çocukların bile yakaladığı bu çelişkiye, kendilerine “büyük” diyenler nasıl “üç maymun” numarası yapıyorlar anlaması kolay değil.

Bu söyleşide sergilenen çelişkiler kadar şaşırtıcı noktalar da vardı. Bunlardan biri de, çalışan çocukların, kendi çalışma ortamlarındaki fiziksel tehlikelerini algılayabilme ve dillendirebilme düzeyleriydi.

Buna karşın, çalışma sürelerinin uzunluğu, erişkinlerle bir arada bulunmak, yorgunluk ve boş zaman değerlendirememe vb sosyal riskleri algılayamamaları da not edilmesi gereken noktalar.

Yavaş yavaş bilincine vardıkları ve bir kaçının “hak” olarak tanımlamakta.. Ama bütün bu sorgulamalardan sonra not edilmesi gereken, bu temel gereksinmelerini nasıl elde edebileceklerine ilişkin görüşlerdi. Şiddet egemen bu görüşler, hem bir çaresizliğin ve hem de bu konudaki deneyimsizliğin yansımasıydı.

Çocukların demokrasinin araçlarıyla (seçme, örgütlenme, yaşıtlarıyla buluşma olanaklarının ve ortamlarının kısıtlılığı vb) tanıştırılmamış olmaları ve bunun geciktirilmesi bu çaresizlik + deneyimsizliğin en önemli nedenlerinden biriydi.

Daha ileri yaşlarında, işini örgütleme ve çıkar grubu oluşturma konularında da bu örgütsüzlüğün uzantılarını görmekteyiz.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın klasik denetim yaklaşımının dışında arayışlara girdiği için kutlamak gerek. Ama bunun klasik denetim anlayışının kaçınılamaz ve gözardı edilemez önemini gölgelememesi gerek.

Çalışma Ortamı Sayı 46 Eylül Ekim 1999
Birinci Sayfa

Çelişki : Ne Zaman Çocuk, Ne Zaman Değil, Belli Değil…
İş Güvenliği Sorumluluğu
Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı Çözüm Getiriyor mu?
Yatağını Arayan Sular
Zaman Tünelinde Kaybolmayan Bilimsel Doğruların Anımsatılması
Depremin Şok Dalgaları
46.Saniye
Önceden Bilmek
Depremin Acil Durum Prosedürü
Neden Internet ?
En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin ILO Acil Eylem Sözleşme ve Tavsiye Kararı

Çalışma Ortamı Sayı 46 Eylül Ekim 1999
Son Sayfa

DAMLA

ÇELİŞKİ : Ne Zaman Çocuk, Ne Zaman Değil, Belli Değil…
Prof.Dr.A.Gürhan Fişek

İŞ SAĞLIĞI

İş Güvenliği Sorumluluğu
Kim.Müh.Mustafa Taşyürek

SOSYAL POLİTİKA

Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı Çözüm Getiriyor mu?
Doç.Dr.Şerife Türcan Özşuca

TOPLUM

Yatağını Arayan Sular
Erdoğan Bozbay

DEPREM

Zaman Tünelinde Kaybolmayan Bilimsel Doğruların Anımsatılması
Dr.Eczacı Leyla Üstel

DEPREM

Depremin Şok Dalgaları
Prof.Dr.A.Gürhan Fişek

DEPREM

46.Saniye
Erdoğan Bozbay

DEPREM

Önceden Bilmek
Mim.Y.Müh.Cihat Uysal

DEPREM

Depremin Acil Durum Prosedürü
Kim.Müh.Mustafa Taşyürek – Çev.Müh.Erdoğan Özel

BİLİŞİM

Neden Internet ?
Doruk Fişek

ÇOCUK EMEĞİ

En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin ILO Acil Eylem Sözleşme ve Tavsiye Kararı

KİTAP TANITIMI

Yangın ve Deprem
Kim.Müh.Mustafa Taşyürek
Depremin Psikolojik Sonuçlarını Tanıma ve Hafifletme
Türk Psikologlar Derneği

 

KİTAP TANITIMI

YANGIN VE DEPREMKim.Müh. Mustafa Taşyürek (İşçi Sağlığı İş Güvenliği Uzmanı)

KORDSA A.Ş tarafından ARALIK 1996’da basılmıştır.

DEPREMİN PSİKOLOJİK
SONUÇLARINI
TANIMA VE HAFİFLETMETürk Psikologlar Derneği
(Deprem Özel Çalışma Grubu)

T.C.Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı Koordinasyonu ve
Desteği ile 1999 yılında basılmıştır.

“Komşunun evi yanıyorsa, senin de hayatın tehlikede demektir.”Güneydoğu Marmara’da 1999 Büyük Depremi’nde bir çok komşunun evi yıkıldı, herkesin yaşamı tehlikeye girdi. Şimdi insanlar “Korku Çadırları”nda. Evleri sağlam da olsa içine giremiyorlar.

“Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olurmuş.”

Ama KORDSA tarafından henüz 1996 yılında hazırlanan bu broşürde, araba devrilmeden ve devrilirken alınacak önlemler belirtilmiş. Hem kendi işçilerinin tümüne ve hem de bölgedeki eğitim etkinliklerinde bu broşürün yaygınca dağıtıldığını biliyoruz. Çünkü biz de dağıttık.

KORDSA için Mustafa Taşyürek tarafından hazırlanan broşürde, “Ülkemiz ve bölgemizin deprem kuşağı içerisinde olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, depreme karşı önlemler almalıyız” denildikten sonra, şu sınıflama getirilmekte:

  1. Deprem olmadan önce alınması gereken önlemler (Örneğin, dosya dolaplarını veya raflarını hem birbirine, hem de duvara emniyetli bir şekilde tesbit edin. Özellikle çekmecelerin deprem anında açılarak içindekilerin etrafa saçılmasını önlemek için kilitlerini kontrol edin.)
  2. Acil kaçış yollarındaki tehlikeleri ortadan kaldırın (Örneğin, gerekli yerlere çıkış yönünü ve kapılarını gösteren fosforlu işaretler yerleştirin – deprem sırasında elektriklerin kesilmiş olması bu öneriyi ne denli anlamlı kıldı.)
  3. Bina ve çevresinin krokisini herkesin görebileceği yerlere yerleştirin. (Örneğin, bu krokide, bina dışında önceden belirlenen deprem sonrası toplanma sahasının yerini belirtin.)
  4. Deprem anında alınması gereken önlemler (Örneğin, eğer bina içindeyseniz, kesinlikle bina içinde ve bulunduğunuz yerde kalın. Pencere, raf veya benzeri ağır eşyalardan uzak durun. Bir masa veya sıranın altına gizlenin.)
  5. Depremden hemen sonra alınması gereken önlemler (Örneğin, deprem geçtikten sonra binayı hemen terketmek güvenlik açısından zorunlu gözükmektedir.)
  6. Deprem bitince dikkat edilecek durumlar (Örneğin, kendinizi ve yanınızdakileri yaralanmalar açısından gözden geçirin. İnsanlar şoka girerek yarasını hissetmeyebilir. Bu nedenle iyiyim demesine bakmadan kontrol edin. Ağır yaralılar için tıbbi yardım çağırın.)
“Şiddetli depremden hemen sonra, tipi olarak bir şok tepkisi içine girebilirsiniz. Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, yüz ifadeleri olaydan hiç etkilenmemiş gibi donuklaşır. Bu durum aslında yoğun ızdıraba karşı vücudunuzun verdiği normal bir tepkidir. Bir süre için kendinizi uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilirsiniz. Hatta olayın hiç olmadığını düşünebilirsiniz.”Türk Psikologlar Derneği, depremden hemen sonra çıkardığı bu broşürle, toplumu uyarıcı görevini yerine getiriyor.

Broşür dört sorunun yanıtlarını bize anlatıyor:

  1. Depremin psikolojik etkileri ile nasıl başa çıkılır? (Örneğin, başka insanlarla sık sık konuşmanızın, duygularınızı paylaşmanızın size yararı olacaktır, çekinmeyin.)
  2. Afetzedelerin karşılaşabilecekleri psikolojik sorunlar ve bunlara karşı alabilecekleri önlemler nelerdir? (Örneğin, fiziksel olarak, gerginlik, yorgunluk, uyuma güçlüğü, bedensel ağrı ve acılar, kalp atışlarında düzensizlik, bulantı, iştah artması ya da azalması, ani irkilmeler, tedirginlik vb belirtiler içinde olabilirsiniz. (…) Yeni koşullara uyum için, “Korununuz + Harekete Geçiniz + Temas Kurunuz + En Yakın Yardım Kuruluşuna Başvurunuz”.
  3. Çocukların deprem felaketiyle başa çıkmalarına nasıl yardım edebilirsiniz ? (Örneğin, çocuğun depremden nasıl etkilendiği onun yaşı ile de bağlantılıdır. Henüz okul çağına gelmemiş çocuklar, olan biteni anlamada ve yaşadıkları duyguları dile getirmekten güçlük çekerler. Hissettiklerini konuşarak paylaşamadıkları için de olaydan daha fazla etkilenirler. (…) Çocukları yaşanan olaylar hakkında bilgilendirmenin büyük yararı vardır; onlara destek olmak, aile ve akrabaların felaket sonrasındaki yaraları sarma çalışmalarında onlara görev vermek, aile ve akrabaların birarada oldukları duygusunu yaşamalarına da katkıda bulunur. Bu zorlukları birlikte aşabilmek, deprem felaketinden çok sonraları bile sürebilecek ve aile bağlarını güçlendirecek bir “birlik beraberlik” duygusu yaşatacaktır.
  4. Çocukların ölümü kabul etmelerine nasıl yardımcı olabilirsiniz ? (Örneğin, ailenin bir üyesi öldüğünde, tüm çocuklar şöyle ya da böyle bundan etkilenir ve yetişkinlerden farklı davranırlar. Yaşı çok küçük olan çocuklar ölümü anlamakta zorlanabilirler. Sevdiği birini kaybeden bir çocuğun kendini güvende hissetmesi ancak ailedeki en yakın üyelerden gelecek sevgi ve şefkatle mümkündür.)

 

DEPREM

ZAMAN TÜNELİNDE KAYBOLMAYAN BİLİMSEL DOĞRULARIN ANIMSATILMASI

Dr.Eczacı Leyla Üstel
Toksikolog

Genellikle kişiler büyük felaketleri, kayıpları yaşadıkları dönemlerde yoğun bir çaresizlik, ümitsizlik ve yarınsızlık duygularının enkazı altında kalırlar. İşte ben de 17 Ağustos doğal afetinin açtığı yaralarla bu duyguların karanlığı içindeyim. Ve çoğumuzun böyle durumlarda sıkça kullandığı “keşke” sözcüğü ile başlıyan tümcelerin de işe yaramıyacağının farkındayım. Bu nedenle, anlamı daha da önem kazanan “Risk Yönetimi” kavramını irdeleyen 17 Mart 1994 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazımın bir kez daha yayınlanmasının, sızlayan derin yaramızın rehabilitasyonu için önemli unsurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Aklımızı ve yüreğimizi uzun soluklu iyileştirme çalışmalarını gerçekleştirmek için bir potada eritelim.

ÇEVRESEL RİSK YÖNETİMİ

Bu ülkede, Çevre Bakanlığı var. TBMM Çevre Komisyonu var. Büyükşehir belediyelerinde çevreden sorumlu birimler var. Bunlara karşın son tanker faciasının da ortaya koyduğu gibi, bilimsel bir “çevresel risk yönetimi” yok.

İstanbul Boğazı’nda yaşanan afet aynı yörede 1960 yılından beri meydana gelen 14.facia. Ne var ki gerek denizde yaşananlar, gerekse çöplük patlamaları, toplumsal bellekte pek yer etmemiş gibi görünüyor. Sanki bu tür çevresel afetleri her seferinde ilk kez yaşıyoruz. Hata yapmanın yanı sıra hataları yineleme eğilimindeyiz.

Çevresel afetler, gelişmiş ülkelerde de ortaya çıkabiliyor. Ne var ki o ülkelerdeki çevre yetkilileri (ve sorumluları) olaya bilimsel perspektiften bakabiliyorlar. İnsanlara, öbür canlılara ve mala yönelik olumsuz etkileri en alt düzeyde tutabiliyorlar. Ellerinde sihirli değnek mi var? Hayır. Yalnızca çevresel risk yönetimi yaklaşımını kavramışlar. Gerek yetkililer gerekse toplum, anılan yaklaşımın bilincine varmışlar. Geçmişteki hatalarını ayrıntılandırarak ders almayı öğrenmişler. Bir çevre afeti karşısında tüm toplum olarak örgütlü ve eşgüdümlü biçimde davranabilme becerilerini geliştirmişler. Özetle, “işi Allah’a havale etmek” kolaycılığını (ve çaresizliğini) geride bırakmışlar.

Risk yönetimi – genel anlamıyla- risklerin en düşük düzeye çekilmesi amacıyla yönetim bilgi ve becerilerinin kullanıldığı bir süreçtir. Peki “risk” nedir? Bu konuda devreye kültürel öğeler de girmektedir. Öyle ki bilimsel verilerden ve yöntemlerden yola çıkılarak hesaplanan risk ile toplum tarafından algılanabilen risk düzeyi birbirinden çok farklı olabilmektedir. Bu nedenle, toplumun risk kavramına yönelik duyarlılık eşiğinini düşürülerek algılayabilme kapasitesinin geliştirilmesi üzerinde titizlikle durulmalıdır. Çevresel afetlerden AIDS’e, trafik kazalarından ekonomik bunalımlara kadar risk yönetimini güçleştiren kültürel nakış, “bana/bize bir şey olmaz” aymazlığıdır. Bu yaklaşım doğrultusunda biçimlenen toplumsal tutum ve davranışlar çevresel facialar da dahil, her türlü riskin altında yatan temel risktir. Doğaldır ki anılan sorun, ancak kültürel risk yönetimi ile çözümlenebilir.

Risk yönetimi, riskin tanımı ile başlar. Tanım boyutlandırmayı da içerir. Kısa dönemli-uzun dönemli, makro-mikro, doğrudan-dolaylı, parasal-öbürleri… Bu noktadan başlayarak devreye olasılıklar (dolayısıyla istatistiksel modeller) girmektedir. Ardından riskin değerlendirmesi yapılır. Başka bir anlatımla, tüm olası riskler birimlendirilerek, nicel büyüklükler cinsinden ortaya konulur. Daha sonra karar araçlarından ve neden-sonuç ilişkilerinden hareketle, risk öncelikleri, her birinin sonucu, çözüm seçenekleri ve bedelleri belirlenir. Bütün bu basamaklar o denli karmaşıktır ki bilgisayar programları ile desteklenen çalışma gruplarının katkısını gerektirir. Artık “senaryolar” hazırdır. Ortaya çıkabilecek bir çevresel riskin nasıl yönetilebileceği konusunda altyapı olgunlaşmıştır. Risk yönetim konusundaki yönetim risklerini önleyecek karar destek sistemleri tasarımlanmıştır. Uygulanacak kademeli planlar ve yedek programlar biçimlendirilmiştir. Ulusal ve uluslararası iletişim ağları kurulmuştur. Toplumun hangi aşamada ve nasıl bilgilendireleceği, işbölümünün zamanlaması ve orkestrasyonu kararlaştırılmıştır. Gerisi çevresel risk yönetiminden sorumlu kişi, kurum ve kuruluşların becerisine kalmış.

Sonuç: Geçmişte yaşanan çevre facialarının ayrıntılı biçimde analizi, benzeri afetlerde en maliyet-etkin önlemlerin alınabilmesi ve çözümlerin üretilebilmesi, ancak çevresel risk yönetimi yoluyla olasıdır. Bir çevresel afetin “ucuz atlatılabilmesi” ve facia sonrasındaki rehabilitasyonu/restorasyon çalışmalarının verimli olabilmesi de risk yönetimi yaklaşımı gerektirir. Toplumun risk konusunda bilinçlendirilmesinin ve paniğe kapılmadan katkıda bulunabilmesinin iyolu da risk yönetiminden geçmektedir. Çevre afetlerine önceden hazırlıklı olabilmek ve olumsuz sonuçlarını en aza indirebilmek için çevresel risk yönetimi kavramını öğrenmek, öğretmek ve uygulamak zorundayız.

Sokaktaki adamdan bakana değin hepimiz.

DEPREM

DEPREMİN ŞOK DALGALARI

Prof.Dr.A.Gürhan Fişek

Depremin ilk gününde iki hazırlıklı grup vardı: AKUT ve HIZIR ACİL (ve hastane bağlantıları). Bunların yanısıra bireysel olarak destek veren sayısız insan ortaya çıktı. Deprem bölgesine gelerek ya da bulunduğu yerden katkılarda bulundular. Ayrıca yine ilk anda olay yerine gelerek kurtarma çalışmalarını başlatan Zonguldak’lı maden işçilerini de belirtmek gerek. Bir de yabancı ekipler ve insan-severler…

Bu saydıklarımızı, hükümetten bağımsız kuruluşlar (gönüllü örgütler ya da toplum örgütleri) ve devlet örgütü diye ayırabiliriz. O zaman AKUT ile bireysel destek verenleri, kamu sağlık örgütünün uç birimlerinden ayırmak gerekecektir. Ancak böyle yapmış olsak bile, HIZIR ACİL servis ile hastanelerin, tek başına haraket edebilme yetilerini dikkat çekmemiz gerekir. Erken harekete geçebilmelerinde, merkezden gelecek bir “olur”u ya da yönlendirmeyi beklemelerine gerek yoktu. Zaten tanımlanan görevleri, harekete geçmelerini gerektiriyordu.

Yukarıda saydıklarımızı hazırlıklılar ve duyarlılar diye de ayırabiliriz. Gerçekten, kendilerine biçtikleri misyon(özgörev), onları, benzer afetlerde insanların yardımına koşmaya koşullamıştı. Hazırlıklarını ona göre yapmışlar, belki de buna benzer daha önceki olaylarda da “hazırlıklı olma”nın getirisini, yararlı olarak yaşamışlardı.

Bu saydıklarımızı, depremin şok dalgasını ilk atlatanlar diye tanımlayıp; geri kalanları da bunu geç atlatanlar diye adlandırabiliriz. Ancak şu da not edilmelidir. Kamu kurumları ilk 1-2 günden sonra artan oranda devreye girerek, güçleri ölçüsünde, duruma hakim olmaya çalışmışlardır. Büyük Deprem’in çok geniş bir alanı etkilemesini bir yana bırakalım… Kamu kurumlarının o herşeyi kontrol etme arzusu ve o her şeyi kendi yapma telaşı bir çok “pot kırmasına” ve “çam devirmesine” neden olmuştur.

Kamu yöneticilerinin devirdiği çamlar bini aşmıştır. Bu kamunun rolünü ve yaptıklarını küçümsememizi gerektirmez. Ama ondan daha iyi örgütlenmesini, daha çok hazırlıklı olmasını beklememizi gerektirir.

Devlet, 1980’den sonra sosyal devletten nasıl kurtulabileceğini deneyip durmuştur. Ama her seferinde “özelleştirme” çığlıkları atanların, doğal afetlerden sonra “devlet nerede” diye bağırdıklarına tanık olmuş; ne yapacağını şaşırmıştır.

İnsan hakları belgelerinde yerini bulan “sosyal güvenlik hakkı”, kişinin yaşam kalitesini düşüren her olgunun (örneğimizde “doğal afet” olduğu gibi) yol açtığı zararların giderilmesini garanti altına alır. O zaman her insanın bunu toplumdan beklemek hakkıdır. Ve bu destek, ırk, dil, din, cinsiyet, siyasal görüş farkı gözetemez; kişilerin iyi niyetine ya da keyfine bırakılamaz. Toplumda bunu gerçekleştirebilecek tek bir mekanizma vardır; o da devlettir. Ondan, ne yapılırsa yapılsın devletin “sosyal” görevlerinden kaçılamamaktadır.

Depremin 30.gününde, yavaş yavaş bir yol ayırımına geliyoruz. “Hükümetten bağımsız kuruluşların” ve bireylerin gönüllü katkıları ne zamana kadar depremin zararlarını gidermeye yönlendirilecek ?!

Çünkü her toplum örgütünün, deprem öncesi kendisine seçtiği bir amaç ve yürüttüğü çalışmalar var. Bunun on katı da ilgilenmeyi bekleyen çalışılacak alan ve insangücü gereksinmesi var.

Sanki ülkemizde, “hükümetten bağımsız kuruluşların” (toplum örgütlerinin), ilgileneceği yumaklaşmış sorunlar yokmuşcasına davranmak ve toplum bilincini “depreme yardım ve parasal katkı verme”de yoğunlaştırmak, dengesizlikleri büyütecektir.

Doğru olan ve “1999 Büyük Depremi” pratiğinde görülen şudur: Devlet hiyerarşisinden kopuk olan toplum örgütleri, depremin şok dalgasını çabuk atlatıyor ve sorunlara ivedilikle müdahale ediyor, yol gösterici oluyor. Gerisi sosyal devletin işi…

Eğer bu işbölümü iyi işletilirse, o zaman, toplumun daha çok bağımsız örgütler kurmaya ve toplum sorunlarına çözüm üretmeye fırsatı olacaktır. Toplum örgütleri ve duyarlı bireyler, bu soruna müdahale edecekler ve sosyal devlete zaman ve deneyim kazandıracaklardır. Bu böylece sürüp gidecektir…

Eğer toplum örgütleri ile sosyal devlet arasındaki bu işbölümü desteklenmezse, “özelleştirme” bayraktarları, hala yanlışlarından dönmeyip, sosyal devletin işini de “toplum örgütleri”ne yıkmaya kalkarlarsa; bir çok insanı yok yere üzecekler ve başarısız olacaklardır.
Yoksunluk içindekilere yardımda başarısızlık bağışlanamaz.

  • Dinamik ve paylaşımcı bir toplum istenen bir şeydir.
  • Depremde,insanların ve bazı derneklerin çabaları yerini bulmuştur.
  • Sosyal devletin, özenle korunması gereken bir kazanım olduğu bir kez daha, ama acı bir şekilde kanıtlanmıştır.
  • Gönüllülük nereye kadar?Profesyonellik nerede başlar?
  • Hala gönüllü katkılara bel bağlamak; psikolojik baskı, duygu sömürüsü ve vergi özendiricileri ile toplumun bilincinin bir noktada takılı kalmasını sağlamak doğru değildir.
  • Toplum bilincinin ve sağduyusunun, yeni felaketler ya da sosyal sorunlar karşısında senaryolarını yazmasına, hazırlıklarını yapmasına olanak tanınmalıdır.
  • Toplumun küçük yaştan başlayarak, daha çok örgütlenmesi, olası sorunlara karşı daha çok hazırlıklı olması beklenmelidir; özendirilmelidir.

 

PROF. DR. NUSRET H. FİŞEK’İ ANMA

Nusret Fişek Hocamız ve Eğitilmiş Akıl

Mümtaz Peker

Sosyoloji bilimi tüm toplumlarda “insan-insan ilişkileri ile insan-doğa ilişkilerinin” temel olduğunu vurgular. Sözkonusu ilişkileri çağdaş düzeye ulaştırmak için gerek insanın mayasında gerekse doğanın yapısında fırsat ve olanaklar vardır. Ne var ki aynı ilişkiler zaman zaman ya da kesikli olmak üzere çağın gerisine de çekilebilir. Bütün bunlar aklın eseridir. Bu denli önemli olan aklı nasıl eğiteceğiniz, onu hangi ideoloji ile yönlendireceğiniz sorunu insanlık tarihi boyunca tüm sosyal sistemlerin temel uğraşısı olmuştur.

Benzer tartışma yoğun biçimde ülkemizde de 2.Cumhuriyet biçiminde yapılıyor. Bu görüşü savunanlar ülkemizde Cumhuriyet’le birlikte bir ilerleme olduğunu kabul etmekte. Öte yandan Atatürk döneminde oluşan otoriter yönetim tarzının bu dönemi izleyen yıllarda demokrasiye giden yolu tıkadığını iddia etmekte. Giderek devletin bireyi yok sayan ve ezen bir şekilde sosyal sistemin yapılandığını savlamakta. Sonuçta bugünkü devletin farklı kimlikleri, inançları, hukuku içine sindiren yeni bir sosyal yapıya gereksiniminin olduğunu açık ve örtük biçimde gündemde tutmaktalar.

Ülkemizde böylesi görüşlere verilecek yanıtın temelinde Hocamız Dr.N.H.Fişek’in 1950’li yılların son döneminde başlattığı çalışmalar var. Bu çalışmaların bulguları ile ülkemizde nüfus politikasında önemli değişiklikler sağlanmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında haklı nedenlere dayanan nüfus politikası yerine, 1960’lı yıllarda ülke koşullarına özgü, toplam üretimi ve refah artışını destekleyecek bir nüfus politikası gündeme getirilmiştir. Dikkatinizi çekeceğimiz nokta, ilk politika oluşturulurken başbakan olan İ.İnönü’nün, politika değiştirilirken 1960’lı yıllarda yine başbakan olmasıdır. Dönemin bürokratları (SSYB ve DPT) ülkenin sorunlarına eğitilmiş akıl ile eğilerek böylesi bir yaklaşımın gerekli olduğunu siyasal iktidara kabul ettirebilmişlerdir. Bunu yaparken Cumhuriyet’i numaralandırmak gibi bir amaçları yoktu. Amaçları Cumhuriyet’in başta belirlenen ideolojisi çerçevesinde yeni insanı yaratmaktı.

Böylece insanımızı sağlıklı, sağlam, dünya ufku açık bir biçimde yetiştirecek sağlık ve eğitim hizmetlerinin götürülmesi konusunda devleti, bireye karşı sorumlu tutan yasalar oluşturulmuştur. Bildiğiniz gibi bu yasaların uygulanması için gerekli parasal kaynakları ayırmayanlar 1965’li yıllarda yönetime gelen ülkemizdeki liberallerin öncüleridir. Dahası bu görüştekiler yönetimde bulundukları süre içinde sağlık ve eğitim hizmetlerinde hem kamu hizmet açığı yaratarak hem de bu hizmetlerin niteliğinde büyük değişiklikler yaratarak, her iki hizmetin piyasadan sağlanması için büyük çaba göstermişlerdir.

Benim nüfus politikası konusundaki temel hipotezim şöyle: Yetkin devlet adamları, gelecekteki kuşakları yetiştirmek için onların başta sağlık, eğitim, istihdam v.b. hizmetlerine büyük kaynak aktarırlar. Sığ görüşlü devlet adamları ise, gelecek kuşakların kendisini aşmaması için bu kaynakları kısar. Böylece toplumda kendilerini sürekli yönetimde tutacak düşüncedeki kuşakları yetiştirir.

Kanımca Dr.Fişek Hocamız ilk grupta yeralanlardandı. 1960’lı yıllarda kamunun yürüttüğü sağlık politikasının eksiklerini giderme, bunları daha çağdaş konuma getirme için bir dizi nüfus ve sağlık araştırmalarını başlatan önderdi. Ülkemizde nüfus artışı yüzde üçe yaklaştığı bir dönemde bilim adamları bu gidiş üzerine düşünmezken, o bu konudaki araştırmaların bulgularına göre politika uygulanması için çalışıyordu.

Bu çalışmaları nedeni ile ülkemizde merkez sağdakiler ve liberaller tarafından şiddetle eleştiriliyordu. Üzüldüğüm nokta bu eleştiriye “Sözde Atatürkçü”lerin katılması ve eleştiri boyutunu “Amerika” ile ilişkilendirmeleridir.

Bildiğiniz gibi Dr.Fişek Hocamız bürokrasiden ayrılarak akademik yaşama geçti. Sağlık politikası konusundaki fikirlerini sizlerle paylaştı. Nüfus ve sosyal bilim konusundaki fikirlerini bizlerle tartıştı. Bunların uçmaması için onları yazılı metinler haline getirdi. Hepimizin aydınlanmasında, ufkumuzun gelişmesinde bu metinlerin ne derecede önemli olduğunu vurgulamama gerek yok sanırım. Ancak 12 Eylül döneminde bu metinlerden seçilen parçalar yine “Sözde Atatürkçü” ler tarafından bu kez “komünizm propagandası” yapmakla suçlandı. Sıkıyönetim komutanlığının yazılı emri ile soruşturma geçirdi.

“Meyvalı ağaç taşlanırmış” özdeyişimiz kanımca ona çok uygun düşüyor. Dr.Fişek Hocamız eğitilmiş aklın çalışmalarını, bulgularını öne çıkarmak, Türk toplumunun sağlığı, sağlamlığı ve bunun kesiksiz sürmesi için sürekli çalışmış, “kalpaksız kuvva-i milliyeci”lerdendir. Yaşamında Kemalist ideolojiden sapmamış fakat talihsiz iki uçtaki suçlamaları ağır biçimde hissetmiştir. Bunlardan bireysel olarak çok üzüldüğü kanısındayız. Bildiğim nokta üzüntülerini en yakınlarına bile yansıtmadan, olaya denk düşen Nasrettin Hoca fıkraları ile olayı geçiştirmeye çalışması ve kendine özgü gülmesidir.

Bütün bu süreçlerde farklı yaş kuşaklarında olan bizlere Cumhuriyet’in aydınlık yolunda yürümemiz için sürekli öncülük etmiştir. Bizlere düşen görev, bu temel ideoloji çerçevesinde gümüz sorunlarına çözüm bulmak ve bunları hayata geçirmektir. Ancak böylesi bir uğraşı sonucu Nazım Ustanın söylediği:

“Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerimizdedir.
Haklı günler, büyük günler
Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
Ekmek, gül ve hürriyet günleri”ni

çocuklarımıza verebilirse kendimizi mutlu sayabiliriz.

PROF. DR. NUSRET H. FİŞEK’İ ANMA

3 Kasım 1990’da yitirdiğimiz Prof.Dr.Nusret H.Fişek için, ilk yılından bu
yana Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi ve Hacettepe Üniversitesi’nin eşgüdümünde anma etkinlikleri düzenlenmektedir. Yine bu etkinlikler sırasında, “Prof.Dr.Nusret H.Fişek Halk Sağlığı Ödülleri” verilmesi de kesintisiz sürdürülmektedir.

Başlangıcından Bu Yana Hizmet Ödülü Alanlar Başlangıcından Bu Yana Bilim Ödülü Alanlar Başlangıcından Bu Yana Ödül Alan Sağlık Ocağı Ödülü Alanlar
  • 1991-Prof.Dr.Muzaffer Aksoy
  • 1992-Prof.Dr.İsmail Topuzoğlu

Bu yıl oluşturulan jüri tarafından dağıtımı yapılan ödülleri kazananlar şöyle:

Anma programının, başlangıcından bu yana kesintisiz olarak yinelenen bir etkinliği de, konferanstır. Hacettepe Üniversitesi’nin bir salonunda gerçekleştirilen etkinlikte, seçkin bir bilim insanımızın, seçilmiş bir konu üzerindeki yaklaşımlarını dinlemek doyurucu oluyor.

Başlangıcından bu yana şu konuşmacılarla Anma Etkinlikleri zenginleşti:

  • 1991 –
  • 1992 –
  • 1993 – Prof.Dr. Fuat Aziz Göksel (Tıp Etiği)
  • 1994 –
  • 1995 – ? Prof.Dr.Ayşe Akın Dervişoğlu
  • 1996 – Prof.Dr. Bozkurt Güvenç
  • 1997 – Prof.Dr.Korkut Boratav (Toplumsal Eşitsizlikler)
  • 1998 – Prof.Dr. Kemal Demir (Kızılay)
  • 1999 – Prof.Dr. Orhan Öztürk (Hekimlik ve Dil)

Bir de yıllar içerisinde farklılıklar gösteren etkinlikler var. Daha önceleri “forum” adı altında süren toplantılar, son iki yıldır “panel”e dönüşmüş. Geçen yıl gündemde olan, yerel yönetimlerle ilgili yeni düzenleme girişimi işlenmişti. Bu kez, deprem ve kamunun sorumluluğu tartışılıyor.

Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in, kurucu ve 1 No.lu üyesi olduğu Nükleer Savaşa Karşı ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği (NÜSED) tarafından 1991-1997 yılları arasında “Anma Etkinlikleri” çerçevesinde gerçekleştirilen çok güzel bir uygulama var: Barış Konseri… 1998 ve 1999 yıllarında bu sorumluluğu Gazi Üniversitesi üstlendi. Nusret hocanın barışçı ve çağdaş kişiliğini bundan daha iyi, ne vurgulayabilir?! Nusret Fişek, klasik müziği çok severdi; ama konserlerin en az bunun kadar anlamlı yönü, onun ünlü “Tek saz dönemi geçti, şimdi orkestra dönemidir” sözünü perçinlemesi.

Bugüne kadar, Nusret Fişek Barış Konserlerinde şu sanatçılar katıldı:

  • 1991 –
  • 1992 –
  • 1993 – Devlet Çok Sesli Korosu (Koro Şefi : Ahter Destan Sever)
  • 1994 – ? Fransız Kültür’de Ahmet Balamir&Oğuz Onaran’ın bulunduğu bir üçlü
  • 1995 – Tatiana Pikaizen (Piyano)
  • 1996 – Anadolu Yaylı Çalgılar Dörtlüsü
  • 1997 – Begüm Mengü (Soprano), Güvenç Dağüstün (Bariton), Deniz Karakelle (Keman), İbrahim Yazıcı (Piyano)
  • 1998 – Dr.Türev Berki (Piyano)
  • 1999 – Prof.Dr.Necla Buyan (Piyano)

Bu yıl ilk kez “Düzenleme Kurulu”na katılan, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı da, bir etkinlikle programa katkıda bulunuyor. Vakfın merkezinde yeralan, “Prof.Dr.Nusret H.Fişek Bilim ve Sanat Ortamı”nda, sağlıkçı ressamların karma resim sergisi sunulmakta.

  • Bülent Aytaş
  • Semih Baykara
  • Ayşenur Canoğlu
  • Rana Güven
  • Toygun Orbay
  • Başak Saylıoğlu’nun

resimleri, anma etkinliklerine ayrı bir renk ve boyut kattı. Sergi 1-12 Kasım 1999 tarihleri arasında ve 9.00 – 18.00 saatleri arasında gezilebilmekte.

Buna karşın, unutulan etkinlikler de var: “Nusret Fişek Halk Sağlığı Değerlendirme Günleri” bunlardan birisi… 3-6 Kasım 1993 tarihleri arasında doyurucu bir programla gerçekleştirilen bu etkinlik, bir anlamda “halk sağlığı”nda kilometre taşı olma özelliği taşıyordu.

TOPLUM

YATAĞINI ARAYAN SULAR

Erdoğan Bozbay

 

DAMLA

ÇELİŞKİ : Ne Zaman Çocuk, Ne Zaman Değil, Belli Değil…

Prof.Dr.A.Gürhan Fişek

Çalışma edilemez önemini gölgelememesi gerek.
Çalışma Ortamı Sayı 47 Kasım Aralık 1999

PROF. DR. NUSRET H. FİŞEK’İ ANMA

3 Kasım 1990’da yitirdiğimiz Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in, ölümünden 5 ay önce, yazdığı bir yazıyı, onun anısına yayınlıyoruz. Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in oluşturulmasına katkıda bulunduğu ve işlevine çok önem verdiği, Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu, “İnsan Hakları” temasını taşıyan II.Kurultayı ile o güne değin Türk Tabipleri Birliği’nce yürütülen insan hakları mücadelesine destek vermiş olmaktaydı. Bu yazı, “Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu’nun II.Sağlık Kurultay’ına (2-3 Kasım 1990) Sunulan Raporu”na önsöz olarak yazılmıştır. Okudukça, söylenenlerin ne denli taze olduğunu görerek üzüleceksiniz…

SAĞLIK VE DEMOKRASİ

Prof.Dr.Nusret H.Fişek
2 Haziran 1990
Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu Başkanı
ve Türk Tabipleri Birliği Genel Başkanı

Kişilere sağlıklı bir yaşam sağlayabilmek için sağlığı ilgilendiren tüm faktörleri, olumlu yönde geliştirmek gerekir. Bu faktörleri sağlığı doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen hizmetler olarak iki grupta ele almak olasıdır. Doğudan etki yapan faktörler kişilerin sağlığının korunmasına, hastaların tedavisine ve sakatların rehabilitesine yönelik önlemlerdir. Sağlığın korunması da kişiye ve çevreye yönelik önlemlerden oluşur.

Dolaylı olarak sağlığı etkileyen faktörlere gelince, bunların başında beslenme, konut, eğitim, çalışma ve dinlenme gelir. Bütün bu hizmetlerden herkesin yararlanabilmesi için de, milli gelirin hakça dağılımını sağlamak gerekir. Milli gelirin hakça dağılımı ancak, halkın yönetime katılması, demokratik bir rejimin kurulması ve işletilmesi ile olasıdır.

Herkes için sağlıklı yaşam dediğimiz zaman, çabalarımızın iki temel kurala uygun olması gerekir. Bunlardan birincisi sağlığın sadece hastalığın ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik hali olmasıdır. Bedence tam iyilik halinin toplumsal ölçütü, beklenen yaşam süresinin uzunluğu, ana ve çocuk ölümlerinin en az düzeyde oluşu ve bulaşıcı hastalıklardan ölümlerin en cok öldüren hastalıklar arasında olmamasıdır. Bu ölçütler ele alındığında ülkemiz gelişmekte olan ülkelerden iyi bir durumda, ancak gelişmiş ülkeler düzeyinde değildir. Sosyal yönden tam iyilik haline gelince, bu sosyal güvence insan onuruna yaraşan bir yaşam ve evrensel insan haklarından yoksun olmama gibi toplumsal mutluluk öğelerini kapsar.

Demokratik düzende herkese, ayrım yapmadan sağlık hizmeti sunmak temel kuraldır. Bu kural İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde “ırk, din, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum farkı gözetilmeksizin herkesin erişilebilecek en yüksek sağlık düzeyine ulaşması temel haklarından biridir” şeklinde yeralmıştır. Bu demektir ki, Cumhurbaşkanı’ndan cezaevindeki bir tutukluya ve bir idam mahkumuna, bir holding sahibinden bir işsize kadar herkesin eşit ölçüde yaşam hakkı vardır. Bu hakkı savunmak da biz sağlık meslek mensuplarının görevidir.

Ülkemizde herkese sağlıklı yaşam sağlayabildik mi? Hayır. Ne için? Çünkü, ülkemizde gerçek demokrasiyi kuramadık. Demokrasi seçimle iktidara gelmek değildir. Ülkemizde gerçek demokrasinin kurulamamasında geleneklerimizin rolü büyüktür. Bizim politikacılarımız, bürokratlarımız demokrat olduklarını ve demokrasiye inandıklarını söylerler. Bununla beraber, çoğunluğu otokrattır. Gerçekten demokrat olmadıklarının pek çok kanıtı vardır. Ben sadece meslek birlikleri ile işbirliği yapamadıklarına değineceğim.

1961 Anayasası’nda kamu kuruluşu niteliğindeki meslek kurumları devlet örgütlri arasında sayılmıştır. Anayasa’da bu kurumların meslekleri ile ilgili hizmetleri hükümet ile işbirliği yaparak yürütmesi öngörülmüştür. Ne bürokratların ne de politikacıların çoğunda işbirliği yapma ve yetki devretme alışkanlığı olmadığı için Anayasa’nın emrettiği işbirliği kurulamamıştır.

Hizmetlerin -Bilim kurullarında bile- emir komuta zinciri içinde daha iyi yüreyeceğine inanan beş general 1982 Anayasası’nda meslek kuruluşlarının yetkilerini kısmışlar ve bu kuruluşları hükümetin denetimi altına almışlardır.

1961 Anayasası’ndaki demokratik eğilim, sağlık hizmetlerine de yansımıştır. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkındaki yasada sağlık ocakları, iller ve Sağlık Bakanlığı düzeyinde -Halk ile işbirliği yapan kurulların- kurulması öngörülmüştür. Halk içinden seçilen ve sağlık hizmetinde görevli olan kişilerden oluşan bu kurullar, yapılan hizmeti değerlendirecek, aksaklıkları dile getirecek ve hizmeti geliştirmek için önerilerde bulunacaktır.

Sağlık ocağı hekimlerinin, ilk sağlık müdürlerinin ve bakanlık yetkililerinin hizmete halkın katılımının önemini değerlendirecek kadar demokrasi kültürü olmadığı için bu kurumlar -bakanlık düzeyinde bir toplantı hariç- 30 yıldır toplanamamışlardır.

Halkımıza sağlıklı yaşam sağlamak için demokratik devrimin başarılması şarttır. Bu nedenle bu Kurultay’da demokrasinin ayrılmaz öğesi ve sağlıklı yaşamın koşulu olan gelir dağılımı, eğitim, beslenme, barınma, çevre, cezaevleri, işkence ve idam gibi uygulamalarda en çok başarısızlığa uğradığımız konuları tartışmayı uygun bulduk.

Sizlere ülkemizde herkes için sağlıklı yaşamın sağlanmasında ve demokrasinin geliştirilmesinde başarılar diler, saygılarımı sunarım.

YAYIN DEĞERLENDİRME

SAĞLIK MESLEK BİRLİKLERİ DANIŞMA KURULU’NUN
II.SAĞLIK KURULTAYI’NA SUNULAN RAPORU
2-3 HAZİRAN 1990

Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu, 4 meslek birliğinden oluşmaktaydı. Bunlar Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği ve Türk Veteriner Hekimleri Birliği idi. 1988 Kasımında biraraya gelen bu örgütler, uzun erimde bütünleşmeyi amaçlayan, bir Danışma Kurulu çatısı altında ortak eylemler gerçekleştirmeyi kararlaştırmışlardı. *

25-26 Şubat 1989’da toplanan I.Sağlık Kurultayı’nın 3 ana teması, “Ulusal Sağlık Politikası”, “Ulusal İlaç Politikası” ve “Özlük Hakları ve Sendikalaşma” idi.

II.Sağlık Kurultayı, 2-3 Haziran 1990 tarihlerine ve TTB’nin dönem başkanlığına denk gelmişti. Seçilen konu başlığı “Sağlıklı Yaşam ve İnsan Hakları” idi. Bu seçim çeşitli yönlerden çok anlamlıydı:

  1. TTB son altı yıl boyunca verdiği insan hakları mücadelesi ile böyle bir toplantıyı ağırlamayı haketmişti.
    1. 12 Eylül baskısının sürdüğü bir dönemde, TTB yönetimi, “idam cezalarına hayır” dediği için yargılanmış ve aklanmıştı.
    2. Hastalanan tutukluların muayenesi sırasında hekim yanında jandarma bulunduran uygulamayı kaldırtmıştı.
    3. Açlık grevlerinde zorla beslemeyi önlediği gibi, Adalet Bakanlığı’nın ünlü 1 Ağustos Genelgesi’nin açlık grevlerindekilere su, tuz ve şeker verilmesi yasağını engellemişti.
    4. Cezaevi hekimlerinin görevlerini yapabilmeleri için arkalarında olduğunu çeşitli örnek davranışlarla sergilemişti.
  2. Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu’nun ilk kurultayında, mesleksel konular ağırlık kazanmış ve bunlar arasında insan hakları uğraşına değinilmişti. Ama bu kez, ona ağırlıkla eğilme sırası gelmişti.
  3. Türkiye, 12 Eylül’ün izlerini silme ve demokratikleşmede yeni bir döneme girmek üzereydi. Toplumsal koşullar, DYP-SHP koalisyonunu zorluyordu. Bu da Türkiye’nin “sosyal politika” ağırlıklı bir yönetimle yönetilme olasılığına ağırlık kazandırıyordu.

Bu dengeler içinde toplanan Kurultay’a, Sağlık Meslek Birlikleri Danışma Kurulu’nun sunduğu basılı rapor, dönemin Kurul Başkanı ve yine dönemin TTB Genel Başkanı olan Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in “Sağlık ve Demokrasi” başlıklı önsözü ile başlıyordu. Rapor, sorunları aşağıdaki başlıklar altında toplamıştı:

  1. Toplumsal Yapı ve Sağlık
    1. Gelir Dağılımı Adaletsizliği
    2. Çalışanların Sağlığı
    3. Eğitim Sorunları
    4. Beslenme Sorunları
    5. Barınma Sorunları
    6. Çevre Sağlığı Sorunları
      Önerilerimiz
  2. Sağlıklı Yaşam ve İnsan Hakları
    1. Ceza ve tutukevleri
    2. Hükümlü ve Tutukluların Sağlığı
    3. Cezaevleri Sağlık Personelinin Sorumlulukları, Yetkileri ve Sorunları
    4. İşkence
    5. İdam Cezaları
    6. Düşünce ve Örgütlenme Özgürlüğü
  3. Sağlık Çalışanlarının Sağlıklı Yaşam Hakkı
    1. Sağlığımızı Tehdit Eden Riskler
    2. Sağlık Çalışanlarının Sağlıklı Yaşam Hakkına Kavuşulabilmesi İçin Ne Yapılabilir ?
    3. Sağlık Çalışanlarının Özlük Hakları

Bugün de varlığını ve yakıcılığını koruyan bu sorunların, sağlık meslek birliklerinin dayanışması ile ele alınması ve kovalanması çok önemliydi. Ne yazıkki, gitgide zayıflayan bu meslek birlikleri dayanışması, daha sonra bu kurumsal dayanağını tamamen yitirmişti.

 

DAMLA

 

Kaynak İşlerinde Karşılaşılan Sağlık Sorunları **

Prof.Dr.A.Gürhan Fişek

Meslek hastalıklarını tanımak istiyorsanız, önce bir kaynak atölyesini ziyaret edin. Fiziksel etmenlerden kimyasal etmenlere; uzayan çalışma sürelerinden, önlemleri saysamaya kadar bir sürü tehlikeyle tanışırsınız.

İş kazalarından kurtuluş olmadığına inanıyorsanız, yine önce bir kaynak atölyesini ziyaret etmelisiniz. İşyeri tertip ve düzeninden, önlemleri savsamaya; kişisel koruyuculara öncelik verilmesinden, kayıt-değerlendirme eksiğine; kaldırma iletme araçlarının kontrollarının yapılmamış olmasından, işçi-işverenlerdeki duyarsızlığa kadar bir çok tehlikeye isyan edersiniz.

İşçi sağlığı iş güvenliği ile uğraşanlar, ilgi alanlarını meslek hastalıkları ve iş kazaları ile sınırlı tutamazlar. Çünkü bu olgular, birer sonuçtur. Önemli olan, bunlara yol açan yaşama ve çalışma koşulları üzerine büyütecin yerleştirilmesidir. Dünya deneyimi bize uygun yaşama ve çalışma ortamları sağlandığından, tüm kazaların ve meslek hastalıklarının önlenebileceğini göstermiştir; yeter ki biz bu olasılığı önceden sezebilelim.

Burada “soyut” düşünce devreye girmektedir. Senaryolarla, geçmişten dersler çıkararak ve kümeler halinde tartışarak, risklerin farkedilmesi ve ortaya konulması gerekmektedir. Günübirlik yaşayan ve “somut”tan daha öte bir derinliği düşünemeyen kişilerle, işyerinde sağlık ve güvenliği bir yere götürmeye olanak yoktur.

Onun için “soyut” düşündürme, değişik “senaryo”lar hayal ettirebilme ve olası tehlikelere karşı uyarmak ve hazırlıklı kılmak, bizim eğitim çalışmalarında en çok önem verdiğimiz konulardır.

Bu ister kaynak işi olsun, ister tabanca boyacılığı olsun, isterse döküm işleri olsun, değişmez… Değişen ayrıntılardır.

Kaynak işlerinde çalışanlar, kaynak dumanı yoluyla bir takım kimyasallarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunlar arasında nikel, krom, demir, aluminyum, çinko, kadmiyum, bakır, inorganik florür, azot oksit, ozon, karbonmonoksit, karbondioksit, helyum ve argon gazları sayılabilir.

Kaynak işlerinde çalışanlar, mor-ötesi ve gamma ışınları gibi iyonize olan radyasyonla, gürültü ve titreşimle, ısı ve yanıklarla da yüzyüze gelebilmektedirler.

Bunlara ek olarak, yanma-patlama tehlikesini, elektrik çarpması olasılığını, deride temasa bağlı belirtilerin ortaya çıkmasını, yanıkları ve kaynakla birlikte aynı çatı altında yapılan diğer işlerin (örneğin boya) yol açtığı tehlikeleri de hesaba katmak gerekmektedir.

Bütün bunlar, iyi bir program, uyumlu bir ekip, titiz bir izleme ile geriletilebilir. Ama kayıt-değerlendirmelerle desteklenmeyen ve eğitimle beslenmeyen çalışmalar ne yazıkki istenilen coşkuyu ve uyanıklığı sağlayamamaktadır.

Kaynak atelyelerinde karşılaşılan sorunlar içerisinde sosyal sorunlar da bu yumağın ayrılmaz parçalarıdır. Uzayan çalışma süreleri ve çalışan çocuklar bu sorunların en önemli parçalarıdır.

Kaynak atelyesinde yürütülen işçi sağlığı iş güvenliği etkinliklerinin ayrılmaz parçalarından olan bazı “ivedi” programlar da vardır. Bunlar

  1. Sigara kullanımının sınırlanması
  2. Tehlikelere karşı “grup”çu çözümlere öncelik verilmesi
  3. Kişisel koruyucu malzeme gereksinmesinin en aza indirilmesi ve titizlikle kullandırılması
  4. Erken tanı çalışmalarına ağırlık verilmesi
  5. Dar alanlardaki çalışmalara özel ilgi gösterilmesi
  6. Tüm çalışmaların, tüm çalışanlarla birlikte tartışılması ve öğrenilenlerin-deneyimlerin paylaşılmasıdır.

Kaynakçılığın Tehlikeleri

  • KIZGIN KIVILCIMLAR
  • ARK RADYASYONU
  • HAVA KİRLENMESİ
  • ELEKTRİK ŞOKLARI
  • ÇAPAK
  • BASINÇ ALTINDAKİ GAZLARIN SIKIŞMASI
  • YANGIN VE PATLAMA TEHLİKESİ

 

ÇOCUK EMEĞİ

TÜRKİYE İŞVEREN SENDİKALARI KONFEDERASYONU
(27 Eylül 1999, İstanbul)Açılış Konuşmaları
Tebliğ

  • “Çocuk İşçiliğine İlişkin ILO Sözleşmeleri ve Uygulanan Politikalar” (Şule Çağlar)

Tebliğ

  • “Dış Ticaret- Çocuk İşgücü İlişkisi” (Tarık Bozbey)

Tebliğ

  • “Küresel Süreçte Çocuk İşgücü” (Doç.Dr.Ömer Faruk Çolak)
    Değerlendirme

Tebliğ

  • “Dünyada Çocuk İşgücü” (George James)
    Değerlendirme

Panel

  • Prof.Dr.Nahit Töre (Başkan)
  • Prof.Dr.Nur Serter
  • Yrd.Doç.Dr.Nezih Varol
  • Prof.Dr.A.Gürhan Fişek
  • Özcan Karabulut
TİSK Başkanı Refik Baydur’un Açılış Konuşması:“Sayın Bakanım
Türk-İş’in Sayın Başkanı,
Sayın ILO ve IOE Temsilcileri,
TİM’in Kıymetli Başkan Yardımcısı,
Değerli Akademisyenler ve Uzmanlar,
Değerli Medya Mensupları,
Sayın Konuklarımız,

Sizleri şahsım ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu adına saygıyla selamlıyor ve hoşgeldiniz diyorum.

Konfederasyonumuz tarafından düzenlenen “Dünyada ve Türkiye”de Çocuk İşgücü” Seminerini teşrifinizden mutluluk duymaktayız.

Sayın Dinleyenlerim,

Çocuğun çalışması, hemen bütün ülkelerde yaşanmakta olan evrensel bir olgudur ve önemli bir sosyal problem olmaya devam etmektedir. Ulusal yasaların veuluslararası standartların varlığına rağmen milyonlarca çocuğun günümüzde de tüm dünyada çoğunlukla sağlıklı gelişim şartlarına aykırı şekilde çalıştırıldığı izlenmektedir.

Bölgelerin gelişmişliğine bağlı olarak dünya genelinde ortalama beş ila üç çocuktan biri ekonomik olarak faaldir ve bu çocukların büyük kısmı, gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadırlar.

Değerli Konuklar,
Çocuk işçiliği – uluslararası ticaret ilişkisi, Seminerimizde ele alınıp tartışılacak temalardan birini oluşturmaktadır.

Sanayi-ötesi ekonomik yapıya sahip zengin ülkelerin sosyal standartları, bilhassa çocuk işçiliği ile uluslararası ticaret arasında bağlantı kurma istek ve girişimlerinin son yıllarda giderek yoğunlaştığı görülmektedir.

Bu kapsamda, “sosyal etiketleme” ve “davranış kuralları” uygulamaları yürürlüğe konulmuş; SA 8000

adamım spor ali

‘N’aber adamım, eyimin.’ Bu kalıp tümceyi kentin, çarşısında, pazarında, stadyumunda, sinemalarında, cadde ya da sokaklarında, kısacası aklınıza gelebilecek en gürültülü sesler labirentinde bile duysanız, sahibini hemen tanırdınız. ‘Adamım Spor Ali’. ‘Adamım’ sözcüğü O’nun, birçok anlamlar yüklediği gizemli bir sığınağı, en zorlu kapıları dahi zorlanmadan açabileceği bir maymuncuğu gibiydi sanki. ‘Benden size zarar gelmez, ben sizin dostunuzum, bana güvenebilirsiniz, yoksa beni tanımadınız mı? türünden yorumlar ise sizin düşlem gücünüze kalmış. ‘Spor’ ise futbola olan merakından ötürü gelmiş, adının önüne keyiflice kurulmuş olmalı.
Demek sesini bugüne kadar duymadınız, kendisiyle de hiç karşılaşmadınız. İşte size altı dokuzluk ‘Spor Ali’ gerçeği. Orta boylu, esmer tenli, iri dalgalı(belki de briyantinli) saçlı, eni boyunu yakalama yarışına girmiş, güleç yüzlü, iri gözlü, muzip bakışlı, besili kaz kanadını çağrıştıran, normalden bir hayli uzun ve her an uçmaya hazır yarı kabarık kollu, (eskilerin çokça kullandığı deyişle) kostak yürüyüşlü, sempati cömerdi insan gibi bir insan. Bu tanıma uyan birisiyle karşılaştığınız, ya da göz göze geldiğinizde, hiç çekinmeden, ’N’aber adamım’ diye hatırını sorabilirdiniz. Önce kuşkulanıp nerede-n- tanıştığınızı çıkarmaya çalışsa da hiç bozuntuya vermez, olanca kibarlığıyla, ‘eyilik adamım’ yanıtını yapıştırıverirdi. Şunu da bilmenizde yarar var. Netlik ayarınızı daha iyi yapabilmek için sizi öncelikle en güvendiği dostlarına sorar, hakkınızda bilgiler edinmeye çalışır, yine de emin olamazsa, bir punduna getirip, en sağlam bilgileri ilk ağızdan, yani sizden almanın yolunu mutlaka bulurdu.
Kentin hiç olmayacak bir köşesinde, hiç olmayacak kişilerle, hiç olmayacak zamanlarda karşınıza çıkarak sizi şaşırtabilecek tek insan da yine, ‘Spor Ali’ den başkası olamazdı.
Birçokları için tiye alınıp hoşça vakit geçirilecek çeyrek akıllı bir çerez, bazıları içinse, spordan siyasete, serserilikten sanata hemen her konuda konuşulabilecek kadim bir dosttu Ali. Bazen öyle laflar eder öyle yorumlar yapardı ki, bu bilgileri nereden, kimlerden edindiğine şaşar kalırdınız. İtiraf etmeliyim ki; duyduklarını, gördüklerini, öğrendiklerini çok iyi saklayan bir belleğe sahip olduğunu da çok geç fark edebildik. O’nunla, her türden sorununuzu, okul, aile, arkadaş, hatta gönül işlerini bile rahatça konuşabilirdiniz. Çok iyi bilirdiniz ki, açtığınız sırların son durağı Ali’den öte bir durağa gitmezdi. Sizi dinlerken, zaten irice olan gözleri daha bir irileşir, kafası saat sarkacı gibi bir o yana bir bu yana sallanmaya başlar, ağzının kenarını süsleyen tükürük baloncuklarını şişirişinin ardından heyecanlı bir ses tonuyla kendine özgü yorumlarını bir bir sıralardı. Siz de dinledikçe rahatladığınızı, giderek hafiflediğinizi hissederdiniz. Genellikle gençlerle, özellikle de öğrencilerle dolaşmayı, dertleşmeyi yeğleyen dostumuz meğerse o yıllarda bizlere, seyyar psikolojik danışmanlık hizmetleri sunuyormuş da haberimiz yokmuş. Hem de hiç çaktırmadan.
‘Spor Ali’ nerede otururdu, ailesi var mıydı, geçim sıkıntısı çeker miydi, daha da önemlisi birçoklarının gözden kaçırdığı gösterişsiz, güvenilir, dost kişiliğini nasıl geliştirmişti, bellek gücünün sırrını onca yıl bizlerden nasıl gizleyebilmişti, bilinmez. Bir kerecik olsun, ‘senin de bir derdin var mı adamım, yardıma gereksinimin var mı? diye soramamanın ezikliği altında yaşamak gerçekten çok zor, özürse kolaycılık.
Birlikte seyrettiğimiz maçların, elde çekirdek külahlarıyla İstasyon Caddesi’nde attığımız voltaların, yemyeşil çayırlarda kıran kırana oynadığımız futbolun tadı hala damağımda. Daha sonraları, böylesine bir sırdaşı, maskesiz kendine özgü yüzleri aradığım günler, dönemler çok olmuştur, olacaktır da. Oysa yaşam, zeka düzeyleri ne olursa olsun, böylesine rafine olmuş kalite insanların ne kadar az, hele hele onlarla yollarımızın kesişme olasılığının ise ne büyük şans olduğunu yineleyip duruyor. Ayrıca ‘Spor Ali’ gerçeği bana, akıl dağılımında karşımızdakinin sürekli hakkının yendiği (!) saplantısının, iflah olmaz takıntıya dönüşüm serüvenini de bir güzel özetleyivermiştir.
Sevgili dostum ‘Spor Ali’, sana yarım hatta çeyrek akıllı diyen, kendini zeka çağlayanı sanan kıraç kafalılara, güvenilir kişiliğin, mangal gibi yüreğin, dostluğun, sırdaşlığın, en karmaşık olayları bile şıpın işi çözüveren bilgeliğinle unutulmaz dersler verdin. Bizlerse, seni yeterince anlayabilmek, anlatabilmek bir yana, kuş(yoksa başka bir hayvana mı gönderme yapmalıydım) beyinlilerin saldırılarından, kişiliğini acımasızca örselemelerinden koruyamadık, cesurca karşılarına dikilip yeterince savunamadık. Bu da bize verdiğin unutulmaz derslerden biriydi, belki de sonuncusuydu. Affet bizi ‘Spor Ali’, affet bizi ‘adamım’.

Erdoğan BOZBAY

ANNEYE SESLENİŞ
Anne! Bilmezsin ne haldeyim
Bir bayram sabahındayım
Babam iki saat sonra namaz için uyanacak
Tabi sen de onunla beraber
Belki de gözünü kırpmadın
Bu saate kadar.
Önce anneannemi düşündün
Ve üzdün kendini.
O’nu hepimiz çok özlüyoruz.
Ben de seni düşünüyor, üzülüyorum
Çok şükür ki sağsın ve başımızdasın
Anne!
Sana kına kokulu ellerimle yazıyorum.
Bana bıraktığın mirasını yaşadıkça,
yaşatacağım.
Her bayram avuçlarımda
Kızıl güller açtıracağım.
Kına kokusunda, kokunu
Kızıllığında geçmiş bayramları bulacağım.
Gözlerime ağlamayı serbest bıraktım
Boncuk boncuk, dizi dizi
İniyorlar yüzümden aşağı
Bırakabilseydim Karadeniz’e göz yaşlarımı
Dalgalar getirirdi size kadar.
Anne!
Bir bayram daha sizsiz geçecek
Sen mutsuzsun, biz mutsuz
Ama unutmayalım ki
En değerli şeye sahibiz
Biz sağlıklı, biz sevgi doluyuz.
Gelemedik diye sakın üzülme
Biz senin kalbinde
Sen de bizim kalbimizdesin

İlk Yayın : “Çelişki : Ne Zaman Çocuk, Ne Zaman Değil, Belli Değil…” – Çalışma Ortamı Dergisi – Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Eylül-Ekim 1999, Sayı 46.


* A.G.Fişek : Sağlık Meslek Birlikleri Dayanışma Kurulu – Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı.19 Mart-Nisan 1995.

**TMMOB Makina Mühendisleri Odası Kaynak Teknolojisi II.Ulusal Kongresi’nde (12-13 Kasım 1999 Ostim, Ankara) yapılan konuşma.