İfade ve Hak Arama Özgürlüğü
GENÇLİK FEDERASYONU
2. GENÇLİK KURULTAYI PROGRAMI
YÜZYÜZE VE ŞİDDETSİZ…
ÖRGÜTLENME, TOPLANMA, GÖSTERİ, İFADE,
HAK ARAMA ÖZGÜRLÜKLERİ ve TEHLİKELERİ…
Kişinin kendi kafasından geçeni duyurması bireysel bir eylem – bireysel bir özgürlük sanılır. Bu böyle değildir. Toplum bireylerinin düşüncelerini açıklamalarında “kamu yararı” vardır ve toplumsal yaşamın “olmazsa olmazı”dır.
I.BÖLÜM
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN “KİŞİSEL” OLMAYAN YÖNÜ
İnandığını söyleyebilmek, paylaşabilmek, çoğalabilmek kişiyi ilgilendiren bir sorun mudur? Öyle midir ki, “kişisel hak ve özgürlükler” arasında sayılır? Konuşmazsa, düşüncelerini söylemezse ne kaybeder ?
Kişi bir kaybederse, toplum beş kaybeder. Onun için bunu “kişisel haklar” ya da “yurttaşlık hakları” sorunu olarak değil, sosyal politika sorunu olarak görmek gerekmektedir.
Ülkemizin yakın tarihinde göreceli olarak düşünce özgürlüğünün egemen olduğu 1960-70 dönemi, yalnızca “kişisel hak ve özgürlükler” alanında değil,sosyal politika alanında en zengin kazanımların elde edildiği ve deneyimlerin yaşandığı dönemdir.
Türkiye, 1960’lı yıllarda, sorunlarını aşabilecek güçteydi. Getirilen Anayasa ile sunulan “düşünce özgürlüğü ortamı”, insanları üretken kılıyor ve bu üretken düşünceler, sosyal devlet uygulamalarına yansıyordu. Bu toplumcu uygulamalardan güç alan düşünce, yeniden toplum için üretiliyor ve sorunlara çözümler getirilmeye çalışılıyordu. İşçisinden teknik elemanına, öğretmeninden polisine kadar örgütlenmeler, “bu düşünce özgürlüğü ortamı”nı zenginleştiriyordu. Tüm bu örgütlenmeler, sosyal devletin daha da güçlenmesi için çırpınıyordu.
1970 sonrası dönem tüm bu kazanımların geri alınması savaşımına tanıklık etmiştir. Kapitalizmin sıkıştığı-sertleştiği ve “küreselleşme” söylemini ortaya koymaya başladığı dönemle, ülkemizdeki strateji değişikliğinin çakışması rastlantı değildir.
1970-80 arası gel-gitler, “kişi ve toplum karşıtı” ana çizgiyi değiştirememiştir. O kadar ki, toplumun ve kurumların yeniden yapılanmasına olanak verecek öneriler (düşünce ürünleri) sürekli gözardı edilmiş; kamu kuruluşlarında sürgün ve kıyım stratejileriyle “kişi ve toplum” yandaşı politikalar izlemek isteyen kamu görevlileri ve sosyal gruplar ayıklanmıştır.
1970 sonrası ile 1980 sonrası iki dönem arasındaki temel fark, ikincisinin çok daha bilinçli, deneyimli olarak ve ustaca sosyal uyanış ve örgütlenişi söndürmesidir. Kişiler arasına ekilen düşmanlıklar ve güvensizlikler, kurumlara güvensizlik ve “dayanışmanın da çözüm getirmediği”nin sık sık “zor”la kanıtlanması bu stratejiyi pekiştirmiştir.
Bu çerçevede kişinin düşünce özgür olsa neye yarar ?!. Esas olan düşünce özgürlüğünü, kişisel eylem olmaktan çıkarıp, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok gibi Donkişotları insan-ordusuna dönüştürebilmektir. Yoksa bugünkü koşullarımızda, düşünce özgürlüğü, yalnızca bir fantezidir.
“Ekonomik gelişmenin, sosyal gelişmenin ardından kaldığı” söylemi, 12 Mart 1971 Muhtırasının düşünsel temelini açıklayarak, düşünce özgürlüğünü bir lüks olarak görüyordu. 1970’den 2000’e toplumun getirildiği noktada, düşünce, küçücük beyinlerden öteye geçemeyecek ölçüde hapsedilmiştir.
Bunun en önemli kanıtlarından biri 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki temel uyuşmazlıktır. İlki, toplumun önünü açmıştır; düşüncelerin paylaşılmasından, örgütlenmenin yaygınlaşmasından korkmamıştır. Bunun önemini de toplumun “ekmek, iş, güvence” yönünden canlı bir dönemini yaşatarak kanıtlamıştır.
1970 sonrası başlayan Anayasa değişiklikleri ve “kolunu kanadını kırma”, tüm bu ekonomik ve sosyal kazanımları hedeflemiştir. Yani hedefte “birey” değil, “toplum” vardır.
Yıllardır 12 Eylül rejimine karşı olduklarını, bu Anayasa’nın sosyal gelişmeyi bir cendere gibi sardığını söyleyenlerin hala 1982 Anayasası’nı değiştirmeye yanaşmamış olmaları anlamlıdır. Çünkü “düşünce kısırlığı”na itilen, “kendi söküğünü dikemeylerin ülkesi”, ülkemizin, 1970 sonrası stratejisine en uygun çerçeve, 1982 Anayasası’dır.
“Düşüncesini açıklamayan”, dolayısıyla “düşünmemeye başlayan” bireylerden oluşan toplumlar, “ithal düşüncelere” muhtaç olurlar. Dolayısıyla düşünmemiş olmaktan ötürü, bireylerin tek tek kayıplarını kendileri belki farkeder, belki farketmezler. Ama toplumun kaybettiği özgürlüğüdür. “Düşüncesini” özgürleştiremeyen toplum, bunu gerçekleştirmiş toplumun çözümlerini kopya etmekle ya da o toplumların reçeteleri ile hareket etmek zorunda kalır.
Düşündüğümüzü söylediğimizde nasıl bir etki ortaya çıkardı?! 1970’lerden bu yana, sosyal dönüşümler getirebilecek sayısız düşünce, Türkiye’yi “yoksullaştırma ve yoksunlaştırma” stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirilmedi. Uzmanların sözlerine kulak tıkamak, önerileri ısrarla kulak ardı etmek ve işinin ustalarını işten uzaklaştırmak için sanki tüm hükümetler işbirliği içerisindedir. Yitirilen on yıllar, sosyal devletin aküsünü boşaltmıştır; ama bundan kazançlı çıkan bazı çevreler olmuştur.
Bu oyun, tüm kamu kuruluşlarında yaşanmıştır. Hepsinde aynı olan, düşünenlerin, düşüncelerinin “beş para etmediğini” onlara döve döve anlatmak; yakın çevrelerine onların yazgısını bir “ibret” olarak sunmak ve ülkeyi uçuruma götüren eylemlerini sürdürmek…
Düşünce özgürlüğü, ülkeyi uçuruma götürmekten alıkoyabiliyorsa, özgürlüktür; özgür düşünce herkesçe paylaşılabileceği bir ortamda ortaya çıkabiliyorsa özgürlüktür; yoksa bir fantezidir; toplumsal bir isteme dönüşmez. Toplum önce ekmek ister, iş ister, güvence ister; ama bütün bunların düşünce-eylem özgürlüğü ile bağını düşünmez. Çünkü tüm strateji bu bağın kurulmaması üzerine yapılandırılmıştır.
Düşünce özgürlüğünü, bireysel bir hak olduğu için değil, toplumun önünü açacağı, sosyo-ekonomik gelişmeye hız vereceği için istemeliyiz. Herşeyi birlikte yapmanın, paylaşmanın ve gözünü daha ileri gelişme basamaklarına dikmenin ve çağdaşlaşmanın bir aracı olarak görelim.
Düşünce özgürlüğü istiyorsak, bunu “kendimiz”e değil, “toplum”a gerekli olduğu için isteyelim.
II.BÖLÜM
SÖNMEYEN IŞIK ODAĞI
Bir değer ortaya çıktığında, ya da sunulduğunda, bölüşülmesinde iki kavram ortaya çıkar: “Herkese” ve “Hep bana”.
“Hep bana” diyenler, hırslı, mücadeleci olurlar ve gerektiğinde birbirine sıkıca kenetlenerek bir yumak oluştururlar. Güçleri, buna ek olarak daha önce “herkes” ile paylaşmadıkları değer birikiminden gelir.
“Herkes” diyebileceğimiz, toplumun ezici çoğunluğu ise, birlikte hareket etmez ve değerlerin kendi avucuna düşmesini bekler. Bunun kendisinin bir “hak”kı olduğunu düşünür. Ama ne yazıkki beklemek ve “hak”lı olmak, “değer”lere kavuşması için yeterli olmaz. Onun için “herkes”in elinde değer birikmez. Ama değer, “herkes”e ulaşabilmiş olsaydı; adil paylaşımın zenginleştirici etkisi ile tükenmeyecek, yeniden yeniden üretilebilecekti.
“Hep bana”cılar, “herkes”in biraraya gelmemesi için onların arasına güvensizlik tohumu ekerler; mücadeleci olanlarını ezmeye, “ibret-i alem” için süründürmeye çalışırlar; “böyle gelmiş böyle gider” derler vs. İnsanların en çok “hep bana” dedikleri dönemlerden biri de, hasta oldukları dönemlerdir. Dolayısıyla koruyucu sağlık hizmetlerinin “herkes”e yaklaşımına tedavi edici sağlık hizmetlerinin “hep bana” yaklaşımı, bir de bazı çıkar gruplarından destek alınca, “hep bana”cılar ülkede koruyucu sağlık hizmetleri unutturmaya çalışırlar. İş kazalarının önlenmesini değil, kanıksanmasını olmazsa tazminini öne çıkarırlar. Böylece toplumun büyük çoğunluğunun, sağlığa, sağduyulu, paylaşımcı ve dayanışmacı yaklaşımı da engellenmiş olur.
“Hep bana”ya karşı, “herkes”in üstün gelebilmesi için öncelikle gerekli olan toplumda “SÖNMEYEN IŞIK”ların varlığıdır. Bu sönmeyen ışıklar, her dönemde, ister hava puslu olsun, ister karakış olsun, isterse ortalık aydınlık olsun; doğruyu söyler, hedefleri çarpıtmaz ve “herkes”i savunur. Bunu bir deniz fenerine ya da pusulaya benzetebiliriz.
Toplumda ne kadar çok sönmeyen ışık varsa, bunları söndürmek o kadar güç; onların getirdiği aydınlığı görmemek de o kadar olanaksız olur. Sönmeyen ışıklar, ya da “inatçı toplumsal gelişme odakları”, “herkes”i, bezginlikten ve teslimiyetçi davranıştan korur. “Hep bana”cılar arasına katılmaya can atanların, kendilerini haklı göstermek için öne sürecekleri bahaneleri de haksız çıkarır.
“Sönmeyen Işık”lar, hem değerlendirmeleri ve hem uygulamaları ile toplumun gereksinmelerinin karşılanmasında yol-yordam gösterir; model üretir. Modellerin çoğaltılması için de güdüleyici olur. “Herkes”le değerleri paylaşmaktan yana olanlar, ya yeni yeni modeller üretecekler ya da uygulamalara omuz verecekler.
“Sönmeyen Işık”lar, adaletsizlik, “herkes”in yenikliği vs sürdükçe, daha güçle parlayacak. O parladığı sürece, uyku durak yok. Işık gözünüze girer, uykunuzu kaçırır.
14 Kasım 2013, Ankara