SSK İş Kazası İstatistikleri : Onunla da Olmuyor, Onsuz da Olmuyor

İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ

Tuzla tersaneleri üzerine çok konuşuluyor. Son 2 yılda 98 ölümün ne hoş görülmesine ne de açıklanmasına olanak var. Ama yadırganmaması olanaklı… Çünkü bu ölümlü kazalar, ülkemizde ne ilk, ne de son.
Sosyal Sigortalar Kurumu’nun, onyıllardır yayınladığı istatistiklere bastığımız zaman, iş kazalarının ölümlere ya da sakatlıklara ne ölçülerde yol açtığını görürüz; görürüz de şaşar kalırız : Bu kadar ölümün ne hoş görülmesi, ne de açıklanmasına olanak var.

SSK istatistikleri yetersiz … SSK istatistikleri eksik … Bu istatistikler yetersiz çünkü; araştırmacıların eldeki verilerden yararlanarak olguları tüm boyutları ile ortaya koymaları için hiç çaba gösterilmedi. SSK, her istatistik yıllığı döneminde, araştırmacıların, eldeki verileri didik didik ederek, yeni araştırmalar ortaya koymalarına ve böylece veri toplama teknikleri ile veri çeşitlerinde yinelenmeler yapmasına olanak sağlayabilirdi. Bu çabayı yansıtan ne bir adıma, ne de sürekli bir çalışmaya rastlıyoruz. Bunun bir tek ayrıksı durumu vardır: O da 2 Haziran 2001 tarihinde, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Vakfı’nın önerisiyle, SSK Başkanlığı SSK Başkanlığı Finansman ve Aktüerya Daire Başkanlığı ile ortaklaşa düzenlenen ”SSK Çalışmalarının Rasyonel Dokümantasyonu” çalıştayı. Ülkemizde, konuyla ilgili tüm kuruluşların geniş bir katılımla yer aldığı ve CD olarak da belgelenmiş olan bir çalışma, kısa süre sonra SSK İstatistik Yıllıkları’nda da yansımasını bulmuş ve böylece başarısı belgelenmiştir. Ama Kurum bu yönde çalışmalarını sürdürmemiştir.

SSK istatistikleri eksiktir. Çünkü, ülkemizde kayıt dışı çalışmanın yaygınlığına koşut olarak, iş kazalarıyla meslek hastalıkları da kayıt dışı kalmaktadır. Bu olguların kayıt dışılığı yalnızca, işyerlerinin ve işçilerin kayıt dışı olmasıyla da sınırlı değildir. Sigortalı işçilerin tüm iş kazalarının kayıt altına alınamadığı da bilinmektedir. Ama önemlisi, meslek hastalıklarının bir çoğunun daha tanı bile konulamadan gözden kaçması olgusudur. Yapılan küçük çaplı araştırmalar bile meslek hastalıklarının hem çeşit ve hem de sayı olarak ülkemizde çok fazla olduğunu, ama bunların bilinmediğini ortaya koymaktadır.

Ama bütün bunlara karşın, SSK istatistikleri, çok büyük bir boşluk doldurmakta ve yönlendirici işlev taşımaktadır. Onlar olmasaydı, ülkemizdeki iş kazalarıyla meslek hastalıkları olguları üzerine somut tartışmalar yapmamız ve öneriler geliştirmemiz olanaklı olmayacaktı. Bu bakımdan başlangıcından bu yana emek veren ve bize bu istatistikleri ulaştıranlara teşekkür borçluyuz.

SSK 2007 istatistik yıllığındaki verilere baktığımızda diğerlerinden ayrılan yeni özellikler ya da atılımlar görmemekteyiz. Ancak hemen dikkat çeken en önemli konu, bir önceki SSK istatistik yıllığından farklı olarak, niceliklerdeki yüksek artışlardır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2005-2008 İş Sağlığı Güvenliği Eylem Planı’nda, iş kazalarının en az %20 oranında azaltılmasını hedeflemişti. Ama istatistikler bu hedefe yaklaşılmak bir yana, iş kazalarının bu süre içinde sürekli artış gösterdiğini ortaya koymaktadır.

2005 – 2006 iş kazasını istatistiklerini karşılaştırdığımızda, özetle,

  • 40 yaş ve üzerindeki iş kazalarında % 10,9 oranında azalmaya karşın (sayı olarak 1.191),
  • 14 yaşın altındaki çocuklarda görülen iş kazalarında ise % 6,6 oranında artış (sayı olarak 20),
  • 15-17 yaş diliminde % 146,5 oranında artış (sayı olarak 1.468),
  • Toplam iş kazalarında ise % 6,45 oranında artış (sayı olarak 3.739) görülmektedir.

Bu artışların nedenleri üzerinde durmak zorunludur. Her istatistik yorumlamaya gerek duyar ve gelecek için yol gösterir. Yaşlanan nüfus, birkaç nedenle ağır ve tehlikeli işlerden uzaklaşmaktadır. Bunlardan ilki, artan genç nüfusun baskısıdır. İşverenler hem daha eğitimli olmaları, hem de daha dinç, dinamik ve hırslı olmaları dolayısıyla genç işçileri yeğlemektedirler. Diğer bir neden, sosyal güvenlik reformu nedeniyle, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve kıdem tazminatı fonu söylentileri nedeniyle, herhangi bir kayba uğrama kaygısıyla, hakkedenlerin emekliliklerini istemeleridir.

Çocuk yaşta uğranılan iş kazalarındaki artış ise, çocukların, tehlikesi düşük işlerden daha tehlikeli işlere doğru kaydığını bize düşündürmektedir. Çocuk işçiliğinin önlenmesine ilişkin çalışmaların bir yan etkisi olarak, görece iyi koşullardaki işyerleri çocuk istihdamına son verdiğinde, çocukların sığındıkları işyerlerinin kötülüğü, beraberinde kazaları getirmektedir. Bunun yanında, toplumda gelir düzeyinin hızla düşmesi, çocukların çalışma yaşamına girişini de arttırmaktadır. 14 ve altı yaştaki çocuklardan söz ettiğimize ve onların ilköğretime devam etme zorunlulukları gözönüne alındığında, kazaya uğrayan çocukların, okul dışı zamanlarda çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir. Gerçekten de Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2006 Çalışan Çocuklar Anketi, bir yandan öğrenimini sürdürürken, öte yandan çalışan çocukların oranını, tüm öğrencilerin yarıdan fazlası olarak vermiştir. Kaldı ki, bu istatistikleri yorumlarken, kırdan kente süren göç dalgasıyla gelen çocukların, ilköğretime katılmaksızın, çalışma yaşamına girmesi olasılığını da hiç akıldan uzak tutmamalıyız.

Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’ne göre, 18 yaşından küçük çocukların bu işlerde çalışması yasaktır. Ancak görülen odur ki, ilköğretimi tamamladıktan sonra gençler, yoğun olarak küçük işletmelerde ve hangi işi bulurlarsa onda çalışmaya başlamaktadırlar. Bunların önemli bir bölümünün, 3308 sayılı yasa kapsamında çırak ya da stajyer olarak çalıştıklarını ve sigorta ettirildiklerini de düşündüğümüzde, başka bir sosyal sorunla karşılaşmaktayız. Gerek çalışma yaşamına adımını atan gençlerimizi, gerekse meslek öğrenimi yapmaya çalışan gençlerimizi, sağlıksız ve güvensiz çalışma koşullarıyla başbaşa bırakmaktayız. Bu kötü koşullar ve onun sonucundaki iş kazaları meslek öğrenmenin bir bedeli olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çağdaş bir toplum için kabul edilebilecek bir olgu değildir. Artan genç nüfus, bir nitelik kazanmak ve geleceğini güvence altına almak için çabalamaktadır. Üniversite kapısında birikenler kadar, girdikleri işyerlerinde kendilerini göstermeye çabalayan gençler de çoktur. Bütün bunların gençlerin uğradıkları iş kazalarında niceliksel bir artış getirmektedir.

Kazaların ağırlık derecelerinde de artış görülmüştür. Sürekli işgöremezlikle ve ölümle sonuçlanan iş kazalarında da önemli artışlar vardır. Şöyle ki:

  1. Sürekli işgöremezlikle sonuçlanan iş kazalarında görülen artışlar :
    • Kısmi sürekli işgöremezliklerde (meslekte kazanma gücünü kaybetme oranı %10-39 arasında) artış % 37 oranındadır.
    • Tam sürekli işgöremezliklerde (meslekte kazanma gücünü kaybetme oranı %40’ın üstünde) artış %42,8 oranındadır.
    • Toplamda işgöremezlikle sonuçlanan iş kazaları bir önceki yıla oranla % 38,3 oranında artmıştır.
  2. Ölümle sonuçlanan iş kazalarında görülen artış, bir önceki yıla oranla % 48,5 olmuştur.

Daha önce de yazdığımız gibi, bu artış yalnızca son iki yıl yaşanan olgular değildir. Aşağıdaki tabloda, 2002 yılından bu yana iş kazalarında görülen artışlar gösterilmektedir.

Tablo 1
2002-2006 Yılları Arasında
İş Kazası Sonucu Görülen Sürekli İşgöremezlik ve Ölümlerdeki
Artışlar

YIL Sürekli İşgöremezlik (%) Ölüm (%)
2002 82,56 7,30
2003 96,54 34,60
2004 89,30 37,44
2005 48,51 42,8

Bu istatistikler bize, özellikle imalat sanayimizdeki son yıllardaki bir gelişmenin bedelini göstermektedir. Gelişmiş ülkelerin, gerek maliyet ve gerekse sağlık-güvenlik-çevre zararları dolayısıyla, terkettikleri döküm,metal vb işler ülkemizdeki işyerleri tarafından kapılmaktadır. Ucuz, uysal ve eğitim düzeyi düşük işgücünden zengin ülkemiz, taşeron uygulamasının yaygınlaşmasının da etkisiyle, üzerine aldığı bu büyük üretim kapasitesiyle başa çıkabilmek için, sağlık-güvenliği elden bırakmaktadır. İş kazalarının ağırlığındaki artış işte bunun göstergesidir. Daha ucuza mal etmek için, işçiyi daha uzun süre çalıştırmak; yasaları esnetmek ve yasalarla öngörülen dinlenme sürelerini bile kullandırmamak; işsizlikle korkutarak boyun eğdirmek tabloyu karartmaktadır.

Bu ağır tablonun yanında bir de gözden kaçan ve arka planı oluşturan iş kazaları vardır. İş kazalarının önemli bir bölümü de, herhangi bir kalıcı sakatlık ya da ölüm olmadan, tedavi sonucu iyilik haline kavuşulmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu olguların, yol açtığı işgöremezlikler de 2005’ten 2006’ya artış göstermektedir. 2005 yılında iş kazasına uğrayanların toplam işten uzak kaldıkları süre 1.791.292 gün iken, 2006 yılında bu rakkam 1.898.304 güne yükselmiştir.

İş kazaları daha çok küçük işyerlerinde meydana gelmektedir. Küçük işyerleri, önlemlerin daha az alındığı, olanakların en kısıtlı olduğu ve kayıt dışının da en yaygın olduğu işyerleridir. Buralara Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Müfettişleri hemen hemen hiç uğramamaktadır. Yasa gereği, işyeri hekimi, iş güvenliği mühendisi, işyeri hemşiresi çalıştırma yükümlülükleri de bulunmamaktadır. Demek ki, işyeri küçük ölçekli ise, işverene de işçiye de yardım edecek kimse yok. Onları eğitecek yol gösterecek, hataya düşmesini önleyecek kimse yok. İşte bu unutulmuşluğun istatistiklere yansımasını Tablo 2’de görmekteyiz.

Tablo 2
2002-2006 Yılları Arasında
İş Kazası Sonucu Görülen İş Kazalarındaki Artışların
İşyeri Ölçeklerine Göre Dağılımı

İşyeri Büyüklüğü 2005 SAYI 2006 SAYI ARTIŞ Tüm Kazalar İçerisindeki Payı
2005 2006
1-3 19.519 18.229 6,61 26,41 62,69 23,16 60,91
4-49 26.823 29,904 11,47 36,27 37,84
50-249 15.162 16.734 10,37 20,51 21,18
250+ 12.419 14.160 16,55 16,80 17,92
TOPLAM 73.923 79.027 6,45 % %

Tablo 2’den de görüldüğü gibi, 250 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, iş kazalarının ancak altıda birine rastlanmaktadır. Üstelik bu işyerlerinin, göz önünde bulunmaları dolayısıyla, kayıt dışı işçi çalıştırmaları ve iş kazalarını kayda geçirmemelerinin daha az olanaklı olduğu da gözönünde tutulmalıdır. Benzeri kaygılarla, 50 ve daha az işçi çalıştıran işyerlerinde görülen iş kazalarının, aslında, bütün içerisindeki payının çok daha yüksek olduğunu varsayabiliriz.

En çok görülen iş kazalarının nedenlerine baktığımızda, sıradan izleyicilerin şaşkınlığı daha artacaktır. İş kazalarının nedenlerinin başında, “işçinin düşmesi ya da işçinin üzerine düşme” ilk sırayı almaktadır. Bu çeşit kazalar, tüm kazaların üçte birini oluşturmaktadır (% 32,4). Döküm şöyledir:

  1. İşçinin düşmesi
    • Yüksekten düşebilir (% 4,8)
    • Yürürken-koşarken tökezlenebilir, yuvarlanabilir (% 6,5)
  2. Bir cismin ya da malzemenin işçinin üzerine düşmesi
    • Kayan ve çöken toprak, kaya, taş, kar (% 2,4)
    • Çökmeler (bina, duvar, iskele, merdiven vs) (% 0,4)
    • Taşınan cisimlerin düşmesi (% 11,6).

Bunların tümü de önlenebilir nitelikte olgulardır. Üstelik çok basit önlemlerle, büyük oranda kazanın hem sıklığı, hem de ağırlığı azaltılabilir. Örneğin,
kazaların % 6,5’ini oluşturan tökezlenmeler ve yuvarlanmaları önlemek için, zeminlerin düzgün hale getirilmesi ve sert-sivri köşelerden sakınılması gerekmektedir. Çalışmaların tüm bu kaza nedenlerini öngörmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olması gerekir. Tehlikenin yok edilemediği durumda, geçici olarak kişisel koruyuculara da başvurulabilir.

SSK istatistiklerinin bize gösterdiği bir başka hedef de, hangi vücut organlarının daha çok korunması gerektiğidir. El-kol-omuz yaralanmalarıyla sonuçlanan iş kazaları oldukça fazla olup, 42 697 iş kazası bu şekilde meydana gelmiştir. Yüzdeye vurursak, 2006 yılında meydana gelen tüm iş kazalarının yüzde 54,03’ü el-kol-omuzda yaralanmaya yol açmıştır. O zaman, iş kazalarına yönelik çalışmalarımızda en önemli hedefimiz, bu vücut parçalarının (ekstremite, uzuv) korunması olmalıdır. Hatta, istatistiklerin daha ayrıntılı bir irdelemeye olanak vermesi halinde, bu hedef daha da daraltılarak, çok daha başarılı stratejiler oluşturulabilir.

SSK istatistiklerine getirilebilecek eleştirilerden biri de, Avrupa Birliği ülkelerinde kullanılan ölçütlerden farklı olarak, üç ve daha az gün işgöremezlik yapan olguların da gözönüne alınıyor olmasıdır. Ama istatistiklere baktığımızda, bu olguların bütün içindeki payının Türkiye’deki sorunun derinliğini etkileyecek güçte olmadığını ortaya koymaktadır. Şöyle ki; 2006 yılında 79.027 iş kazası olgusunun, 7.451’i ancak üç gün ve daha az gün işgöremezlik yapmıştır. Bu da tüm olguların %10’undan daha düşük bir değere karşı gelmektedir.

Ama, SSK istatistiklerine getirilebilecek eleştirilerden en önemlisi, meslek hastalıkları karşısında gösterilen kayıtsızlıktır. SSK, 2004 yılında hastanelerini Sağlık Bakanlığı’na devretmeden önce de, sonra da, meslek hastalıklarına tanı koyma konusunda, büyük bir yetersizlik içinde olmuştur. 1976 yılında büyük bir atılım yaparak ilk meslek hastalıkları kliniğini açmış; ama bu çağdaş devinimi ancak 4 yıl sürebilmiştir. 1980 darbesinden sonrası, meslek hastalıkları hastaneleri giderek güç kaybetmiştir ve sonunda 2004 darbesinden sonra yok olmuşlardır.

SSK istatistik yıllığında meslek hastalıkları olgularına baktığımız zaman, ilk gözümüze çarpan, çeşitlerdeki sığlıktır. 2006 yılında, Türkiye’de, 574 meslek hastalığı saptanmıştır. Meslek hastalıkları şöyle gruplanabilir :

  1. Fiziksel kaynaklı meslek hastalıkları
    • Tozların neden olduğu meslek hastalıkları (silikoz, sideroz vb.) 419 kişide (% 72,99)görülmüştür.
    • Gürültü sonucu işitme kaybı 1 kişide görülmüştür.
  2. Kimyasal kaynaklı meslek hastalıkları
    • Gazların (karbon monoksit, fosgen, nitrik asit) neden olduğu zehirlenmelerin sayısı 4’dür (% 0,69 ).
    • Çözücülerin (Siyan bileşikleri, benzol, fenol türevleri, aromatik aminler, alifatik hidrokarbonlar vb.) neden olduğu zehirlenmelerin sayısı 16’dır (% 2,79).
    • Ağır metallerin neden olduğu zehirlenmeler,
    • Kurşun, kurşun tozu ve organik kurşun bileşikleri”nin neden olduğu olgu sayısı 105’tir (% 18,29 ).
    • Diğer ağır metallere (Arsenik, krom, civa, nikel, fosfor) bağlı zehirlenmelerin 11’dir (% 1,92).
  3. Biyolojik kaynaklı meslek hastalıkları
    • Akciğer veremi 3 kişide görülmüştür.

Demek ki, yalnızca tanı konulabilen meslek hastalıklarının %90’lık bölümünü, akciğer toz hastalıkları ve kurşun zehirlenmeleri oluşturmaktadır. SSK Sağlık İşlemleri Tüzüğü’nde sayılan bütün o meslek hastalıklarının (o mesleklerin ülkemizde olmasına karşın) görülmemesi kesinlikle eksik bir değerlendirmenin ürünüdür. Örneğin gürültü özellikle imalat sanayimizde çok yaygındır ve uzayan çalışma sürelerinde sınır değerlerin aşılması da söz konusudur. Bu durumda, yılda yalnızca 1 tane mesleksel işitme kaybı görülmesi olgusu inandırıcı değildir.

Bu yaklaşım uygulamada da kendisini göstermektedir. SSK’nın meslek hastalıkları konusundaki sığ yaklaşımı, Tuzla Tersaneleri’ndeki meslek hastalıklarına kayıtsızlıkta da kendisini göstermektedir. Kumlama, raspalama, taşlama, kaynak, oksijenli kesim, boya gibi meslek hastalıklarına yol açacak etmenlerin bulunmasına ve 50.000 işçinin tümünü kapsamasına karşın meslek hastalıklarından hiç söz edilmemektedir.

Bütün bu değerlendirmeler bizi çalışma ortamının öncelikle ele alınması hedefine götürmektedir. Özellikle bazı işveren çevrelerince dile getirilen, öncelikli hedefin “eğitim” olduğu yolundaki görüş, yukarıda sıraladığımız istatistikler ve tanımladığımız çerçeveye uymamaktadır. Çünkü, bu koşullarda, kaza ve hastalıklardan kaçınmak için eğitimli olmak yetmemektedir. Eğitim ancak, alınan sağlık güvenlik önlemlerinin bir tamamlayıcısı olabilir. İş yasamız da böyle söylemektedir: “İşveren önlemleri alacak, işçi de bunlara uyacak”. Demek ki, bu noktada zorunlu olan işyeri koşullarının tehlikeden arındırılmasıdır. Bunun için, alınması gereken önlemler ve kurulması gereken mekanizmaların işverenlerce bilinmesi gerekmektedir. Bunun için, mutlaka işverenler ile taşeronları, iş sağlığı güvenliği ve alınmayan önlemlerin yol açtığı sonuçlar açısından eğitilmelidir.

İş kazalarıyla meslek hastalıklarının önleme stratejisini oluştururken karşımıza üç seçenek çıkmaktadır:

  1. İş kazaları ve meslek hastalıklarına göz yumulması
  2. Üretimin tamamen durdurulması
  3. Üretimin, kaza ve hastalıklara yol açmayacak biçimde planlanması ve yürütülmesi.

İlk iki seçenek, akıl dışıdır; bunu düşünmek bile istemeyiz. O zaman son seçenekten başka elimizde bir yol kalmamaktadır. Tüm yetilerimizi, bu stratejiyi oluşturmaya ve eldeki yol haritasını eksiksiz uygulamaya yöneltmeliyiz. Yasalarımızda, AB direktifleri öncesinde olduğu gibi, bugün de geniş olanaklar sunmaktadır. Türkiye bu konuda insangücü ve yasal olanaklar yönünden oldukça zengindir. Bu zenginlik, AB destekli bir çok eğitim seminerine getirilen yabancı uzmanlarla karşılaştıkça daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

İş kazalarının önlenmesinde, konulan yasa-tüzük ve yönetmeliklere uyulması çok önemlidir. Bunu devletin denetim elemanları izlemelidir. 1946 yılından önce İktisat Vekaleti müfettişlerinin, 1946’dan sonra Çalışma Bakanlığı (ÇSGB) müfettişlerinin, çok önemli çalışmaları vardır. Bu konuda büyük bir deneyim birikmiştir. Bunca yılın ve bunca birikimin bize öğrettiği en önemli ders, ÇSGB müfettişlerinin tüm işyerlerine ulaşamayacağı ve yaptırımcılıklarının da sınırlı kalacağıdır. Henüz tarım ve kamu çalışanlarının, iş güvenliği teftişinin kapsamına girmemiştir. Onların çalıştıkları koşulları da denetleme gereği ortaya çıktığında bu sınırlılıklar daha da artacaktır.

Demek ki, işyerinde sağlık-güvenlik-çevre (ya da dar bir yaklaşımla iş sağlığı güvenliği) çalışmaları, devletin kontrol edebileceği çapı çoktan aşmıştır. Zaten işyeri hekimlikleri, işyeri hemşireliği, iş güvenliği uzmanlığı hizmetleri; biyolojik ve çevresel ölçümler; işyeri iş sağlığı güvenliği kurulu çalışmaları, birer işveren yükümlülüğü olarak, devlet-dışı gerçekleştirilmektedir. ÇSGB yalnızca bunların varlığını denetleyebilmektedir; kalitesini izleyememektedir.

Yapılması gereken, yasaların uygulanması için, polisiye önlemlerin ötesinden, yaygın bir işbirliği mekanizmasının oluşturulmasıdır. Devlet denetiminden bağımsız, işçi, işveren kuruluşlarının, meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının ve üniversitenin katıldığı ve herkesin güven duyduğu bir kurum çatısı altında, eşgüdümün sağlanmasıdır.

Ancak böyle bir çatı altında, istatistikler, sağlıklı ve yeterli hale getirilebilir; ülkenin her köşesinde yürütülecek bilimsel çalışmalarla doğru ve derinlemesine bilgi toplanabilir; değerlendirilebilir; bunların ışığında kısa ve uzun erimli hedefler oluşturulabilir; eyleme geçilebilir.

İlk Yayın : “SSK İş Kazası İstatistikleri : Onunla da Olmuyor, Onsuz da Olmuyor ”- Çalışma Ortamı Dergisi,- Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim Eylem Merkezi Vakfı Yayını, Temmuz Ağustos 2008 Sayı: 99.